26 Aralık 2013 Perşembe

Öpücük Dansı Nasıl Çıkmıştır?

Öpücük, sihirli bir kelime değil mi? İnsanoğlunun varoluşundan itibaren birlikte yaptığı en güzel eylem. Değişik öpücük şekilleri vardır hepimizin bildiği. Ayrıntılarına girmeyeceğim burada. Ama filmlerde çok izlemişsinizdir 18 ve 19.yüzyıllardaki dans sahnelerini. İnce beli sımsıkı saran, göğüslerini tüm güzelliği  ile yansıtan elbiseler giyen güzel bayanların yakışıklı erkekler ile dans etmelerini. Hele rejisörün filmin kahramanlarını tek başına dans ederken kamerayı odaklaması ve tüm diğer dans edenleri silikleştirmesi ile betimlenen sahneler, o dönemleri anlatan filmlerin vazgeçilmez sahneleri arasında yer almaktadırlar. Şimdi nasıl oluşmuştur bu dans şekilleri, kısaca göz atalım.

18.yüzyıl soylu ve üst sınıfları kendilerini halktan farklı görürlerdi. Yaptıkları müzikte o anlamda biraz saray müziğiydi. Buna karşın o yıllarda sarayları ve soyluların malikanelerini çevreleyen kalın duvarların ardında halkın "basit eğlenme" biçiminin tutkunları da bayağı çoktu. Bir süre sonra özellikle Almanya'da saraylarda yapılan kostümlü balolara "vur patlasın, çal oynasın" adı verilmeye başlandı. Bu balolarda üst sınıf, halkı taklit ederek tam anlamıyla kurtlarını dökerlerdi. Özellikle köylülerin kaba görünümlü erotik dansları, 18.yüzyıldan itibaren Avrupa'nın her yanında soyluların büyük tutkusu haline geldi ve sarayın yapmacıklı davranış biçimlerini sarsmaya başladı. Bir süre sonrada bu davranışlar pek nazlanmadan doğruca amaca yöneldi. Gösteriş, görkem ve ölçülülüğün yanına dans koreografları yeni hareketler eklemeye başlayarak çiftlerin birbirlerine dokunmalarını sağladılar. 18.yüzyılın ortalarından itibaren çiftlerin dans esnasında birbirlerine bir öpücük verdiği ve bu anın müziğin sağladığı olanaklardan yararlanılarak mümkün olduğunca uzatıldığı öpücük dansı moda oldu. Dönüş sırasındaki sürtüşmeler, kadının dar giysiler içine sıkıştırdığı memelerinin sıcak basması nedeniyle kabarıp şişmesi, dans edenlerde önemli şehevi duygular uyandırıyordu. Dans edilirken oluşan erotik gerilim, çiftlerin daha büyük değişim geçirmelerine neden oldu ve bu dönemde birçok yerde "aşk bahçeleri" açıldı. Bu bahçelere yerleştirilen gözlerden uzak küçük çalılıklar, aşıklar için çok elverişli olanaklar yaratıyordu. Eğer Avrupa'da o zamandan kalan sarayları ve bahçelerini gezdiğiniz zaman küçük çalılar görürseniz, arkasında ne büyük aşkların ve erotizmin yaşandığını düşünmekten alıkoymayın kendinizi.

Aslında 18.yüzyıl büyük müzikçilerin yetişmesine olanak sağlayan bir dönem olmasına karşın, müziğin bayağılaştığı bir dönem olarak da anılmaktadır. Bu eğilim özellikle operada kendini göstermiştir. İtalya'da bu bayağılaşma çok yaygındı ve güzel müzikten ziyade, halkı salona çekecek görselliğe daha çok önem veriliyordu. Tabi sahnede rol alan çekici kadınlar ve erkekler, birlikte yaptıkları danslar halkın ilgisini daha da çok çekiyordu. O zamanın birçok değerli müzikçisi sırf geçimlerini sağlamak için bu tür operalar bestelemek zorunda kalmışlardı. Bu operaların önemli bir kısmı saman alevi gibi sönmüştür. 19.yüzyıldaki vals besteleme eğilimi de bu şekilde değerlendirilmektedir. Bu konuya ilerideki bir yazıda değinmeyi düşünmekteyim.

Gerçekten de 18. ve 19.yüzyıllardaki danslarda gözlediğimiz erotizmi 20.yüzyılda pek görmemekteyiz. Modern insanın erotizmi çok daha farklı bir şekilde kendisini göstermektedir.  Düşünsenize şimdi, düğünlerde dans ederken çiftlerin birbirleri ile uzun uzun öpüşmelerini. Tabi şimdi daha farklı şekillerde görmekteyiz öpüşmeyi.

Ülkemizde müzik eşliğinde yapılan dans ve halaylarında insanları yakınlaştırma özellikleri vardır. Anadolu'daki düğünlerde çekilen halaylar, çiftlerin birbirlerine yakınlaşması için uygun ortam sağlamaktadır. Birçok yerde kadınla erkeğin birbirine en yakın olduğu alan, düğünlerdeki halaylardır. Özellikle doğu ve güneydoğuda eğer iki genç birbirine ilgi duyuyorsa, yan yana gelebilecekleri en önemli eylem düğün halaylarıdır. Uzun süre devam eden müziğin eşliğinde, hiç bıkmadan saatlerce aynı tema ile dans ederler gençler birbirlerine dokunarak. Nedense modern düğünlerde de bu moda çok yaygınlaşmıştır. Normal bir dans müziği çalsa bile, hemen kasap havasına dönüştürülmekte, eller kenetlenerek uzun sıralar oluşturulmaktadır. Birde ortaya davul zurna çıkmakta, güya düğünü halka indirmektedir. Demek ki yüzyıllar geçse bile insan davranışları nitelik değiştirmesine karşın, benzer tepkiler gözlenebilmektedir. Ama bizim danslarımız ve halaylarımız, 18.yüzyıl danslarına göre daha edepli niteliktedir.  

Bugün dans tarihinde ufak bir gezinti yaptık. Zamanında ünlü bir siyasetçimiz bir laf söylemişti "Ben hiç dans bilmem ama dansın insanları birbirine yakınlaştıran önemli bir araç olduğuna inanıyorum". Ne kadar garip değil mi? Acaba gerçekten dans bilmiyor muydu, yoksa çok mahcup bir insan mıydı? Kim bilir, belki dans etse halkın kendini daha az seveceğini düşünüyordu. Neyse, özellikle sevdiğin ile dans etmek, doğru bir eylemdir. İster öpücüklü, ister öpücüksüz olsun, insanı rahatlatır.

Kaynak:

Peter Wicke. Mozart'tan Madonna'ya popüler müziğin bir kültür tarihi. Yapı Kredi Yayınları, 2004

23 Aralık 2013 Pazartesi

Suç ve Ceza

Şimdi bu başlık niye diyeceksiniz. Aslında Dostoyevski'nin bu ünlü romanı, tipleri, kurgusu ile tüm zamanların en önemli kitaplarından birisidir. Romanda, kişilerin,eylemlerinin ve davranışlarının altında yatan dramı büyük bir ustalıkla yazar Dostoyevski. Tarık Dursun K'nın dediği gibi, Dostoyevski'nin bu romanı insan yalnızlığının romanıdır; insanın, kendisine uymayan bir varoluşun karşısında yalnız kalmaktan duyduğu kargaşayı, bağsızlığı, can sıkıntısını anlatır.

Peki Dostoyevski'nin romanlarında nasıl bir ruh hali vardır. Hemen her kitabında çatışmalı bir ruh halini gözlersiniz. Bu çatışmalı ruh halini karakterlerine de yansıtmıştır.

Yıllar önce bir arkadaşım muayene için bir hasta göndermişti. Hasta 50 yaşlarında bir mühendisti. 3 yıl önce bypass olan hasta tansiyonu hafif yükseldiği için başvurmuştu. Hastayı odama aldım. Odama 19 yaşlarında üniversite öğrencisi olan oğlu ile birlikte girmişti. Hasta şikayetlerini anlatmaya başladı. Çok abartarak anlatıyordu hastalığını. Yalnız hiç bana bakmıyordu konuşurken. Sürekli oğluna bakarak hastalığını anlatıyordu. Ara sıra da onaylamam için bana dönüyordu. Sessizce izlemeye başladım adamı. Bu arada yan koltukta oturan çocuğuna bir göz attım. Çocuk babasını allak bullak olmuş bir surat ile dinliyordu. Ezilmiş, büzülmüş, koltuğa çökmüş, adeta koltuğun içine girmeye çalışıyordu. Belli ki rol modeli olan babasının hastalığından etkilenmiş, babasını kaybedebileceği kuşkusu çocuğu iyice perişan etmişti. Bir süre sonra dayanamadım, adamın sözünü sert bir ses tonu ile keserek, çocuğu işaret ettim; "Niye ona anlatıyorsun derdini, bana anlatsana" dedim. Adam yüksek bir ses tonu ile "Olsun, o da bilsin" dedi. Egoist bir tavırla çocuğunu hastalığının içine sokması beni çok rahatsız etmişti. Daha fazla dayanamadım ve çocuğa dışarı çıkmasını söyledim. Hastaya dönerek, çocuğuna bu şekilde davranmasına hakkı olmadığını, hasta bir baba figürünün yetişmekte olan çocuğu etkileyebileceğini söyledim. Ayrıca hastalığının çok önemli olmadığını, abartmasının çocuğun dengesini daha da bozacağını ekledim.

Benim konuşmam üzerine hasta hatasını kısmen anladı. Muayenesini yaptıktan sonra çocuğu içeri aldım. Babasının önemli bir sorunu olmadığını, hafif bir ilaçla hastalığının halledilebileceğini belirttim. Çocuğun yüzü birden aydınlandı, rahat bir nefes aldı. Memnun bir şekilde odamdan çıktılar.

İşte babalar ve oğullar. Bu hastanın ruh halini Dostoyevski'nin "Yeraltından Notlar" kitabındaki yeraltı adamına benzetebilir miyiz? Bu şekilde hastalığını abartması, oğlunun ilgisinin kendi üzerine yoğunlaşmasını istemesinin nedeni ne olabilir? Aslında bu örneğe benzer özellikteki hastaları birçok defa gördüm. İnsanlar çevrelerinin kendilerine duygusal yatırım yapmaları için, bedenlerinde olmayan hastalıkları icat etme gibi bir kaygıları olabilir. Hani bu tür bir yatırımı kendi eşdeğeri olan bir yetişkinden istemesi anlayışla karşılanabilir, ancak yeni yetişmekte olan bir çocuktan istemek bana pek mantıklı gözükmemişti.

Bizim canımız, varlığımız olan çocuklarımızı üzmeye, onları sorunlarımıza ortak etmeye hiçbir hakkımız yoktur. Onlarında bir yaşantısı vardır. Bizim görevimiz onlara yardımcı olmaktır.

Şimdi tekrar dönelim Dostoyevski'ye. Ama Dostoyevski babasını hiç sevmezdi. Çocukluğunu çoğu zaman sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçirdi. Babasının ölümünü duyan yazar, düşünce yapısında babasının ölümünü istediği için ağır bir suçluluk duygusuna girmiştir. Ardından da bunalımlı ve depresyonlu günler gelmiştir. Eserlerinde de bu çatışmalı ruh halini yansıttığı söylenir. Sigmund Freud, özellikle "Suç ve Ceza"da psikanalizin gerçek yansımasını görür. Dostoyevski'nin yaşadığı çağda Psikanaliz yoktu. Ama bilim nedir ki? Kendinden öncekilerin birikimi üzerine şekillenmez mi? Gerçekten de Dostoyevski'nin başta "Suç ve Ceza" olmak üzere eserlerinin hemen hemen tümü psikanaliz için incelenmesi gereken önemli kaynaklardır. Psikanalizciler de bol bol yapmışlardır bunu.

Dostoyevski yaşadığı çağda ileride bu kadar meşhur olacağını ve üzerine binlerce makale yazılacağını biliyor muydu acaba? Hiç zannetmiyorum. Ama gerçekten de kendisinden sonra gelen yazarları çok etkilemiştir Dostoyevski. Özellikle bazı temalarını sonraki yazarlar fazlasıyla kullanmışlardır. Örneğin Franz Kafka. Ama varoluşçu felsefeyi kitaplarında yansıtan yazarlar çok etkilenmiştir Dostoyevski'den. Ben Camus'da fazlasıyla gördüm bu etkilenmeyi.

Bugün edebiyat tadında bir yazı kaleme almak istedim. Ama Dostoyevski'yi okursanız eğer, etkilenmemeniz olanaksızdır. Kimbilir, karakterlerinin bir kısmında kendi ruh halimizi görebiliriz belki. Ama bireysel "Suç" her zaman kötüdür, eğer "Ceza" almak istemiyorsak, ki bu vicdanımızda da olabilir, bireysel suçtan uzak durmak gerekmektedir. Ünlü kahramanı Raskolnikov'un kendi vicdanı ile yaptığı muhasebe, aldığı cezadan daha etkilidir. Buna karşın insan toplumsal bir varlıktır. Toplumu değiştirmek için yapılan bazı eylemler başlangıçta suç olarak değerlendirilmiştir. Daha sonraları bu eylemlerin birer erdem olduğu görülmüştür. İşte bu anlamda "Suç" ve "Ceza" kavramları, üzerinde epey tartışılması gereken kavramlardır. 

17 Aralık 2013 Salı

Araplar Gerçekten Bizi Sırtımızdan Vurdu mu?

Bugün Yılmaz Özdil'in yazısını okuduğum zaman, ne kadar sloganların peşinden koşan bir millet olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Tarihsel gerçeklerden bihaber, sadece kitlelerin hoşuna gidecek yazılar kaleme almak, belki bazılarının ruhunu okşayabilir. Ancak bu tür görüşler balon gibidir. Bir süre sonra fos diye söner. Şimdi okuyucu kuyrukçuluğu yapan bazı yazarların ileri sürdükleri, "Birinci Dünya Harbinde Araplar bizi sırtımızdan vurdu" teranesine karşı bazı görüşlerimi aşağıda yazıyorum,

  1. Birinci Dünya Harbinde Filistin Cephesinde Osmanlı Ordusunda İngilizlere karşı savaşan Araplar niye unutuluyor? O zamanlar Osmanlı Ordusunun mevcudunun yaklaşık % 20'si Araptı. Ayrıca Osmanlı Ordusunu destekleyen çok sayıda Arap Aşireti de vardı. Bu Araplardan ölenler, yaralananlar, kaybolanlar çok fazlaydı ve büyük kahramanlık göstermişlerdi. Hiç olmazsa bu Arapların hatırasına saygı gösterilerek yazılar kaleme alınsa daha iyi olur. 
  2. Çanakkale'de savaşan ve büyük kahramanlık gösteren Arap Alayının varlığı ne çabuk unutuluyor. 
  3. Ayrıca Gazze ve Filistin Komutanı olan Cemal Paşa'nın adının Araplar nazarında "Kanlı Cemal" olduğunu biliyor muydunuz? Cemal Paşa görev yaptığı süre içerisinde Suriye ve Lübnan'daki milliyetçi Arap aydınlarını Lazkiye'ye kadar olan telgraf direklerinde sallandırmasıyla ünlü. Şimdi ülkemizde haklı bir ulusal kurtuluş savaşı yapıldı. Bu anlamda bizim yaptığımız ulusal mücadele birçok halka örnek oluşturmuştur. Bizim ulusal savaşımızı düşünerek, bir kısım Arap halkının despot Osmanlı Yönetimine karşı yaptıkları ulusal mücadeleyi "Bizi sırtımızdan vurmak" olarak değerlendirmek doğru mudur? Bunu bir de o coğrafya'da yaşayan Araplara sormalı.
  4. Birinci Dünya Harbinde Gazze ve Filistin'de sadece İngiliz casusları görev almamıştır. Teşkilatı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti de çok çalışmış. Bizim bu çalışmalarımız mubah, İngilizlerin yaptıkları yanlış. Harpte iki tarafta galip gelmeye çalışır. Tarihe bakarken tarafsız gözle değerlendirme yapmak, günümüz için çıkarım yapma açısından çok önemlidir. 
  5. Şu anda başta Suriye'de olmak üzere birçok Arap ülkesinde despot yönetimlere karşı başkaldıran ve mücadele eden, laik, demokrat Arap aydınları var. Asıl mücadeleyi başlatanlar bunlardır. Bu aydınların halklarının gözünde itibarları çok yüksek olmasına karşın, bilgi kirliliği nedeniyle aydınların yaptıkları mücadele gerici unsurlar tarafından gölgelenmeye çalışılmaktadır. Demokrat, laik bir Ortadoğu için Arap aydınlarının ve halkın yaptıkları mücadele belirleyici olacaktır. Şu anda büyük acılar çekilmektedir. Üstelik bizim ülkemizde yaklaşık 6 milyona yakın Arap asıllı vatandaşımız vardır. Arap halklarının çektikleri acıları yüreğimizde duymamız lazım. Araplara karşı düşmanlık içeren yazılara bu nedenle karşı çıkmamız gerekmektedir. Ortadoğu halklarının  yaptıkları mücadelede destek olmamız sadece insanlık görevi değil, komşuluk hakkı olduğu da unutulmamalıdır. .  
Osmanlının eli kanlı yönetiminin yaptıklarına sahip çıkmanın anlamı yoktur. Birinci Dünya Harbi nedeniyle sadece ülkemiz halkları değil, tüm Ortadoğu halkları büyük acı çekmişlerdir. Tarihe bu gözle bakmak gerekmektedir. 

Son söz olarak "Arabistan'lı Lawrence" filminden bahsetmek istiyorum. Bir başyapıt olan bu filimde bazı hatalar olmasına karşın, rejisi ve aktörleri nedeniyle olağanüstü bir filmdir. Yaklaşık 3 saat süren bu filmi hiç sıkılmadan izleyebilirsiniz. Özellikle Peter O'Toole olağanüstü rol yapıyor. Onun hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. 

9 Aralık 2013 Pazartesi

Alabalık Beşlisi, Duygu Yüklü Büyük Besteci Franz Schubert

"Senin dünyan, altın gibi ışıldarken Tanrım, ne güzeldir; Parıltılar yere inip, tozu pembeye boyayınca...". İşte bu güzel cümle, yaşamı "trajik" olarak nitelendirilen Franz Schubert'in bir lied'inden alınmıştır. 31 yaşında ölen bu büyük besteciyi belki "Bitmemiş Senfoni"si ile tanırsınız. Tıpkı senfonisi gibi, hayatını tam yaşayamamış, bitirememiştir Schubert. Mezar taşının üzerinde yazan cümle ne güzel özetlemektedir Schubert'i; "Müzik bu paha biçilmez hazineyi ve en güzel ümitleri gömdü.".

Büyük lied ustası Franz Schubert 19.yüzyılın başlarında yaşamıştır. Klasik dönem bestecilerinin sonuna yetişmesine karşın o romantik bir bestecidir. Fakirdir, fazla seyahat etmemiştir. Bulabildiği küçük işler dışında prenslerin, kralların, zenginlerin yanında değildir. O, dostlarının yanındadır. Viyana'daki Schubert gecelerinin vazgeçilmezidir. O, dostlarından, entelektüellerden beslenmiştir sürekli. Liedlerinin önemli bir kısmını Goethe'nin, Schiller'in, Grillparzer'in, Petrarce'nin, Shakespeare'nin, Heine'nin şiirleri üzerine yazmıştır. Liedlerinde doğayı, sevgiyi, sıradan insanları konu olarak almıştır.

Schubert in anne babasının 18 çocuğu olmuş, bunlardan sadece 2 tanesi yaşamıştır. Ne kadar ilginç değil mi? Çocuk ölümleri çok fazla. İnsanlar türlerini devam ettirmek için, sürekli çocuk yapıyorlar. Ne kadar şanslı bir çağda yaşıyoruz biz şimdi.

Schubert'in tifüsten öldüğü düşünülüyor. Tifüs nasıl bir hastalıktır bilirsiniz. Bitten geçer. Bit ise nedir? Pisliktir, temizlenmemektir. O zamanların en çok öldüren hastalığıdır tifüs. Schubert'te yoksuldu. Yaşadığı koşullar temizlenmek için uygun değildi herhalde. İşte bize hayal gibi gelen koşullarda yaşayan besteci, daha uzun yaşasaydı eğer, ne güzel eserler besteleyecekti. Kim bilir? Öldüğü zaman hayranı olduğu Beethoven'in yanına gömülmeyi istemiştir. Viyana'da çok sevdiği büyük bestecinin yanında yatmaktadır şimdi.

"Bitmemiş Senfoni"yi hepiniz bilirsiniz. Nefis bir eserdir. Çok duygusal bir adamdır Schubert, Şu cümle ne kadar güzel ifade ediyor onun duygusallığını. "Dile getirmek istediğim aşk, acıya dönüşüyordu. Acıyı dile getirmek istediğim zaman da, o, aşk haline geçiyordu. Bu cümleyi Kontes Esterhazzy'ye piyano dersi verirken bestelediği eser için yazmıştır. Kim bilir, belki de aşıktı Kontes'e.

Schubert daha çok liedleriyle tanınmasına karşın, senfonileri, oda müziği eserleri, keman ve viyolonsel eserleri, üçlüleri, dörtlüleri, beşlileri de vardır. İşte "Alabalık Beşlisi" en sevdiğim eserlerin başında gelir. Piyano, keman, viyola, viyolonsel ve kontrbas için bestelenen bu eser, neşeli ve sıcak yaz günlerinin anısı, lirik ve dayanılmaz bir parlaklıkla, ideal bir oda müziği olarak gerçekleşir. Gençliğimde romantik bir akşam sırasında eşimle birlikteyken dinlediğim bu eseri sizinde seveceğinizi tahmin ediyorum. Ayrıca ünlü liedlerinden birisi olan "Ave Maria"yı büyük ses Maria Callas'dan dinleyeceksiniz. Schubert'in ne kadar duygu yüklü bir insan olduğu bu şarkıda belli olmaktadır. Dinlemek için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız...

Alabalık Beşlisi

Ave Maria (Callas Söylüyor)

Kaynaklar:
  1. Müziği okumak. İrkin Aktüze. 5.Cilt,
  2. Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni. Cavidan Selanik,
  3. Müzik Tarihi. Ahmet Say

4 Aralık 2013 Çarşamba

Patetik Senfoni: Gözyaşlarıyla Gülümsemek...

Patetik Senfoni, Çaykovski'nin en çok bilinen ve çalınan eserlerinin başında gelir. Kendi yönetiminde ilk kez çalındıktan 9 gün sonra koleradan veya tam bilinmeyen bir hastalıktan ölmüştür. Kazandığı büyük başarıyı görememiştir maalesef. Fırtınalı geçen hayatını anlatır bu senfonide besteci.