17 Eylül 2016 Cumartesi

Kara Tren Gelmez Mola

Geçtiğimiz haftalarda çok sevdiğim eniştemin vefatı nedeniyle İstanbul'a taziye ziyaretine gittim. Bu seyahatim için Yüksek Hızlı Treni (YHT) kullandım. Dönüş yolculuğuna başlamak için trene bindiğim zaman değişik duygular içerisindeydim. Acılı bir eve ziyarette bulunmuş, akrabalarımla görüşmüş, geçmiş günleri yad etmiştik. İki günün oluşturduğu duygu yükü çok fazlaydı. Tren Pendik’ten hareket ettikten sonra pencereden dışarısını seyretmeye başladım. Akşamın karanlığı henüz çökmemiş, Güneş batmaya başlamış, ışınları evlerin çatısından yansıyordu. İstanbul’un banliyölerini oluşturan ev ve iş yerlerinin arasından geçiyordu tren. Bir an kendimi hızla geçen elektrik direklerini sayarken buldum. Yıllar öncesine, çocukluğuma gitmiş, kara trenle Adana’dan Erzurum'a yaptığımız seyahatleri hatırlamıştım.

O yıllarda ülkede en önemli ulaşım araçlarının başında tren geliyordu. Kara tren hemen her istasyonda durur, yolcu alır, kavşak noktalarında diğer şehirlerden gelen trenleri bekler, onların yolcularını aldıktan sonra yola devam ederdi. Bu beklemeler bazen iki saat, bazende bir gün sürerdi. Tren hareket ettiği zaman pencereye dayanır, gelip geçen telgraf direklerini sayardım. Bu uğraş benim için küçük bir eğlence olurdu adeta. Kara tren ovaları yutar, dağlara tırmanır, tünellere girip çıkarak ilerlerdi. Yaz sıcağı vurduğu zaman içerisinin havası dayanılmaz olur, pencereyi yarı yarıya açar, demir tekerleklerin raylardan yansıyan sesiyle, şimendifer den çıkan çuf çuf sesini dinlerdim. Kafamı rüzgâra doğru uzatır, havayı derin derin ciğerlerime çekerdim. Eğer yol virajlı, rüzgâr bize doğru esiyorsa, buharlı lokomotifin bacasından çıkan kurumla dolu duman olduğu gibi içeri girer, ağzımıza, yüzümüze, gözlerimize dolardı. O anda Rahmetli Annemin o tatlı sert sesini duyardım, “Ula Şekip, öldürdün bizi, kapat o pencereyi,” diye.

İşte en az 55 yıl öncesinden hatırladığım bölük pürçük anılar bunlar. Bir süre sonra buharlılar tarihe karıştı, dizel motorla işleyen lokomotifler çıktı piyasaya. Onların dumanı az çıkar, insanları rahatsız etmezdi. Sesleri de bir başkaydı artık, çuf çuf yoktu ama sürat yaptığı zaman teknolojinin oluşturduğu sesi, yolları hızla geçen, yokuşları tırmanan gücün sesini duyardınız. Şimdi o seslerde yok Yüksek Hızlı Trende, elektrik motorları ses yapmıyor. Ama inanır mısınız, biraz kulak kabarttığınız zaman raylardan gelen sesin pek az değiştiğini fark edersiniz. Şimdikiler daha hafif, daha derinden geliyorlar, teknolojinin sağladığı konfor bu herhalde. Önünüzden telgraf direkleri geçmiyor, ama elektrik direkleri var. Aralarında ki tellerin taşıdığı enerjinin sesini duyamazsınız belki, ama hissedersiniz iliğinize kadar. Ülkeleri ilerletmesi yanında, büyük sorunlara da yol açan enerjinin sesini...

Yıllardır hiç değişmeyen bir ses daha duydum Yüksek Hızlı Trende, kondüktörün peronda çaldığı makiniste hareket edebileceğini bildiren düdük sesini. Hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş bu ses. Eskiden istasyona gelirken veya uzakta bir yerleşim yeri görüldüğü zaman, kara trenin makinisti sirene basar acı acı tiz bir ses çıkardı lokomotiften. Dağlardan yankılanarak geri gelen o sesi de duymayı çok arzu ettim, ama yoktu, sadece vagondaki ekrandan duyulan mekanik bir kadın sesi yaklaştığımız istasyonu bildiriyordu, o kadar.

İşte yine eskiye gittim, telgraf direklerine leylekler yuva yapar, teller yazın sıcağıyla genleşir, yerlere kadar eğilir, üzerine kuşlar konardı; adlarına türküler yakılan kuşlar. Hadi gelin, çağdaş bir sanatçıdan Candan Erçetin'den dinleyelim bu türküyü. Tıklayınız...

Sanayi Devriminin en büyük teknolojik gelişmesi olan buharlı lokomotif 1814 yılında George Stephenson tarafından geliştirip kullanıma sokulduktan sonra Dünya ekonomisinde büyük atılımlar gerçekleşmiştir. Özellikle Amerika'da ki büyük gelişmenin 19.Yüzyılda ülkenin demir ağlarla örülmesine borçlu olduğu söylenir.

20. yüzyılın başında ki büyük tartışmalardan birisi de Bağdat demir yolunun yapılmasıdır. Osmanlı İmparatorluğunun toprakları içinde yapılan bu yol, büyük devletlerin güç ve çıkar çatışmasına sahne olmuş, Birinci Dünya Harbine Osmanlının katılmasındaki faktörlerden birisi olduğu ileri sürülmüştür.

Neyse, yine dönelim yıllar öncesindeki kara trenimize. Küçük bir çocuk olarak yürüyorum koridorlarını trenin, bitişikteki üçüncü mevkiye geçiyorum. Tahta sıralar var bu vagonda. Araları çuvallarla, yırtık bavullarla, bohçalarla dolu. Üst üste insanlar var, koridorlar bile dolu. Küçük çocuklar kucaklarda, her çeşit kıyafete rastlayabilirsiniz bu mevkide. Kara çarşaf giyinenin den, asker kıyafetlilere, kasketli, şalvarlı köylülere, rengi kaçmış takım elbiseyle oturan, tahta bavulunu sımsıkı kavramış kravatlı küçük memura kadar. İşte yoksul halk burada. Ortalıkta ter, tütün ve insan kokusu yaygın. Araya çocuklardan ve vagonun sonundaki tuvaletten yayılan sidik kokusu da karışmış. Sigara dumanı genzimi yakıyor, ama aldırmadan ilerliyorum insanları aralayarak. Vagonun ortalarına gelmiştim artık, köşeden bir saz sesi yükseldi, hemen yanında ki yolcu eşlik etti bu sese, bir kardeşlik türküsü söylüyorlardı insanın içine işleyen ses tonuyla. Vagonda ki uğultu bir anda kesildi, yolcular kulak kabarttılar söyleyenlere. Kimisinin yüzünde tatlı bir gülümseme, kimisinde hüzün vardı. Bir kısmı yüzünü pencereye çevirmiş, düşünceli bir ifade ile karşıdaki dağları izliyordu. Hadi gelin şimdi günümüze dönelim, kardeşliğe en çok ihtiyacımız olan günümüze. Yıllar geçiyor, trenler yine yolları delip geçiyor, önce kara tren, sonra dizel lokomotif, ardından elektrikli yüksek hızlı tren. Ama sorunlar değişmiyor, kardeşlik arzusu her zamankinden daha yakıcı bir şekilde önümüzde duruyor, önemli olan bu arzunun tüm toplumu kucaklaması...

Yazımı bir kara tren türküsü ile bitirmek istiyorum. Rahmetli Annemin sevdiği bir sanatçının sesi ile. Kara tren gelmez mola, Muzaffer Akgün’den dinliyoruz. Tıklayın…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder