30 Ocak 2014 Perşembe

İnsanlar Babalarından Çok Zamanlarının Çocuklarıdır

Amil Malouf'un ünlü eseri "Ölümcül Kimlikler"den aldım bu başlığı. O da Tarihçi Marc Bloch'dan alıntılamış bu sözü. Ne kadar da zamanımıza uyuyor bu söz.

Zamanımız tam bir iletişim çağı. Akşam haberlerinde izledim. Bizim merkez bankamızın aldığı kararlar, tüm dünyadaki finans piyasalarında dalgalanmaya yol açmış. Eskiden toplumlar çok izoleydi. Bir ülkede olan olay, anında değil dünyayı etkileyecek, komşularına bile tesir etmezdi. Yine ülkemizdeki gezi direnişi, birçok ülkeyi etkilemiş, örnek olmuş, daha iyi yaşam için kitleler ayaklanmıştır.

Amil Malouf'dan devam edelim. Yazar aynen şöyle diyor; "Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza olduğundan çok daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokaklarında rasgele çevirdiğim biriyle, kendi büyük-büyükbabamla olduğundan çok daha fazla ortak şeyim olduğunu söylesem, abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve tavırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafımızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, düşünme alışkanlıklarında da". 

Yazar inançlarda da belirgin bir benzerlik olduğunu söylüyor. Özellikle cehennem kavramında. Artık yüzlerce yıl önce söylenen insanları ateşe atan iblis hikayelerine artık kimse inanmıyor. Tabi bazı fanatikler hariç olmak üzere şimdinin sıradan inanan insanları için, geçmişin birçok kavramının eskide kaldığını söylüyor. Gerçekten de inançlı bir insan dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir din mensubu ile konuşsa birçok ortak nokta bulabilir. Eğer diyor yazar, "Bugünkü davranışlarımız ile atalarımızın arasında yaşasaydık, zındıklık, zina, sapkınlık, ya da büyücülükten bizi sokakta taşlarlardı. 

Bu kadar özdeşleşen ve homojenleşen Dünya'da ayrılıklar ve kavgalar niye? Teknoloji bizi tüm dünyadaki insanlar ile yakınlaştıran araçları verdi. Çocuklarımız bu yakınlaşmayı çok daha fazla duyuyor ve önemsiyorlar. Peki niye biz onları geçmişin bazı saçma sapan kavramlarının içine çekerek birbirlerine düşman ediyoruz? Niye savaştırıyoruz onları? Yetmedi mi 20. yüzyılda dökülen kanlar?

Yine Malouf'dan alıntılayalım; "Doğrusunu söylemek gerekirse, farklılıklarımızı büyük bir hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az farklı hale gelmemizdir. Çünkü çatışmalarımıza, çok eskilere dayanan düşmanlıklarımıza rağmen, her geçen gün farklılıklarımızı biraz daha azaltıyor ve benzerliklerimizi biraz daha çoğaltıyor".

Bizim ülkemizde hep söylenir, "Türk'ün Türkten başka dostu yoktur". Veya komplo teorileri üretiriz sürekli. Çevremiz düşmanla çevrili, bizi işgal edecekler, bölecekler diye. Acaba bu korkularımız, çevremizdekiler ile giderek daha çok benzeşmemizden mi kaynaklanıyor? Artık ırkçı söylemler ile çocuklarımızın kafasına düşmanlık tohumları ekmemize gerek yok. İnsanlar arasındaki benzerlikleri vurgulamamız, dostluğu ön plana çıkarmamız lazım. Ne demiş Heredot, "Barış zamanı oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer".

Son söz olarak, barış dolu günlerin ülkemize ve dünyayı gelmesini dilemek ve mücadele etmekten vazgeçmememiz gerekmektedir.

Kaynak:

Amil Malouf. Ölümcül Kimlikler YKY yayınları. İstanbul 2012


15 Ocak 2014 Çarşamba

Herşeyi Altına Çeviren Kral Midas

Öyküyü bilirsiniz. Frig Kralı Midas altına çok düşkünmüş. O zamanlar çok sevilen bir yönetici olan Kral Midas, Tanrı Baküs'e bir iyilik yapınca tanrı karşılık olarak ondan bir şey dilemesini istemiş. Kral'da dokunduğu her şeyin altın olmasını dilemiş. Tanrı da kralın bu dileğini yerine getirmiş. Bu durum Kral Midasın çok hoşuna gitmiş. Dokunduğu her şey altına dönüşmekteymiş. Ama bu arada yemek için ağzına götürdüğü yiyecekler daha boğazına gitmeden altına dönüşmeye başlamışlar. Hele çok sevdiği kızını öptükten sonra altın bir heykele dönüştüğünü görünce dehşete kapılmış. Tekrar tanrıya yalvarmış bu ayrıcalığı elinden alsın diye. Tanrı Baküs'de acımış krala. Almış geriye ayrıcalığını kralın. Böylece kral bu dertten kurtulmuş. O andan sonra kral en değerli şeyin altın olmadığını anlamış

Çoğumuzun bildiği bu öykü, hepimize çok basit gibi gelir. Ama içerdiği mesaj ve ahlaki boyutu ile evrenseldir. Ne yazık ki çoğumuz bu öykünün verdiği ahlaki dersi tam kavrayamayız ve yaşantımıza yansıtamayız. Bu nedenle her şeyi altına çevirecek gücü elimizde bulduğumuz zaman, sonuçları bazen kendimiz, bazen de çevremiz için ağır olabilmektedir. İşte tarih, aşırı güç verilen yöneticilerin, toplumlarına ve çevrelerine ödettikleri ağır bedellerin örnekleri ile doludur. En belirgin örneği, Faşist Hitler'in ülkesine ve dünyaya çektirdiği acılardır.

Son zamanlarda gelişen olayları hepimiz ibretle izlemekteyiz. Gücü sınırsız gibi gözüken insanların ne hale düştüğünü, ülkeye ve yakınlarına nasıl zarar verdiklerini takip etmekteyiz. Aslında ülkeyi seven herkesin bilgece davranıp, ülkemizin geleceği hakkında kafa yorması gerekmektedir. Ülkemiz çok sesli, çok inanışlı, etnik yapısı heterojen bir ülkedir. Eğer anayasa ve yasalardaki antidemokratik maddeler ayıklanmazsa, kuvvetler ayrılığı ilkesi tüm kurumları ile batı standardında oturmazsa, bu tür sıkıntılar periyodik olarak yaşanacaktır. O zaman hiç kimseyi ötekileştirmeden, bu ilkeleri hayata geçirecek adımlar atılmalıdır. Peki bu adımlar nasıl atılacak? İstediğiniz kadar güçlü bir iktidar olun, ülkemizde yaşayan toplulukları, değişik siyasi görüşe ve inanca sahip insanları toptan yok etmeniz mümkün değildir. Bu topluluklardan herhangi birisi siyasal iktidar hesabına katılmadığı sürece siyasal krizlerden kurtulamayacağımız muhakkaktır. O zaman toplumun önderleri, herkesi kucaklayacak ilkeler ile, dürüst, temiz toplumu hazırlayacak koşulları organize etmeleri gerekmektedir.

Ülkemizin her tuttuğunu altına çeviren tam yetkili Midas'lara ihtiyacı yok. Tam tersine "Eşek Kulaklı Midas" gibi uzun kulakları ile toplumun her kesimini dikkate alan, dürüst, bilge yöneticilere ihtiyacı var.

5 Ocak 2014 Pazar

Mutluluk Köpekliktir

Şimdi diyeceksiniz bu laf da nereden çıktı? Mutluluğa niye hakaret ediyorsun? Aşağıdaki açıklamalarımı okuduğunuz zaman, gerçekten de mutluluk köpeklik mi, değil mi? Söylediklerimi daha iyi anlayacak ve kararınızı vereceksiniz.

Köpek dediğimiz hayvanın biz insanlardan çekmediği kalmamıştır. Hakaret etmek için kullanırız köpek kelimesini. Bazen de köpek kelimesini içeren kelimeler ile kinimizi kusarız. Gerçekten de hiç hak etmediği halde sürekli aşağılarız köpekleri. Halbuki insanın ilk evcilleştirdiği hayvan köpektir. Evcilleştirdiğimizden itibaren sürekli en yakın yardımcımız, arkadaşımız olmuştur köpekler. Ama ne yapmışız biz köpekleri. Öldürmüşüz, deney hayvanı olarak kullanmışız. Üstelik bir kısım ülkede de sofraların baş tacı olmuştur ve olmaktadır köpek eti. Halbuki en yakın hayvan dostumuz köpeklerdir. Sürüleri koruyan, körlere yardımcı olan, arama kurtarma çalışmalarının vazgeçilmezi olan bu hayvanları savaşlarda da canlı bomba olarak kullanmışız. Nasıl olmuştur bu, kısaca anlatayım.

İkinci dünya harbinde Almanlar Rusyayı işgal ettikleri dönemde bazı bölgelerde köpek sürülerinin üzerine geldiklerini görünce çil yavrusu gibi korkup, dağılırlarmış. Çünkü Ruslar ilk kez canlı bomba olarak köpekleri kullanmışlar. Rus askerleri eğittikleri köpekleri uzun süre aç bırakırlarmış. Hazırladıkları etleri, Alman tankı şeklindeki maketlerin altına bağlarlarmış. Aç köpek etin kokusunu alınca hızla tank maketinin altına girer, eti yemeye çalışırmış. Bu şekilde eğittikleri köpeklerin sırtına anti-tank mayınlarını bağlayarak tankların olduğu savaş alanına sürerlermiş. Köpeklerde Alman tanklarının altında et olduğunu zannederek girip aramaya başlarlarmış. Bu sırada tanka değen mayın patlar, köpek ile birlikte tank da havaya uçarmış.

Şimdi gelelim asıl konumuza. Niye "mutluluk köpeklik"tir dedim? Bu deyimi ben uydurmadım. Büyük düşün ve edebiyat adamı Orhan Hançerlioğlu'nun kitabında rastladım. Şimdi ondan aldığım bilgiler ile ilkçağ felsefesinden bahsedeceğim biraz.

Bildiğiniz gibi ilk çağ Yunan felsefesi, dinleri ve tüm düşünce akımlarını etkilemiş büyük bir felsefedir. 25 Yüzyıl boyunca etkisini sürdürmüş ve halen de sürdürmektedir. Tek tanrılı dinlerin birçok kuralı ilk çağ felsefecilerinden alınmıştır. Konumuzla direkt ilgili olmadığı için bu tartışmaya girmeyeceğim. İlk çağ felsefesinin önemli akımlarından birisi "kinizm"dir. Peki kinizm kelimesi nereden gelmektedir. Sokratesin öğrencisi Atinalı Antisthenes (İ.O. 444-368), insanın tam bağımsızlık ve özgürlüğünü savunan, erdeme ve mutluluğa böylelikle erişebileceğini ileri süren bir okul kurmuştur. Aslında bir soylu olan Antisthenes 70 yaşına gelince bütün dünya zevklerine ve özentili felsefelere sırt çevirmiş, doğaya dönmüş, doğaya uygun yaşamayı yeğlemiştir. Köleler gibi giyiniyor ve "zevk almaktansa, ölmeyi yeğlerim" diyormuş. Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir görüşünü savunuyormuş. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir. İnsan hiçbir hazzın, isteğin, sağlığın, zenginliğin, şan ve şerefin peşinden koşmamalıdır, der. Doğasal bir yaşayışı yeğleyen, hiçbir topluluk kuralına aldırmayan, pasaklı bir kılıkla gezen, uygarlığı küçümseyen bu kişilere halk köpek gibi yaşadıklarını söyleyerek aşağılıyordu. Yunanca köpek kelimesi "kynos" sözcüğünden türemişti. Tabiri caizse köpekler gibi özgür, kir, pasaklı  ve hiç bir şeye bağımlı olmadan yaşamayı tercih eden Antisthenes ve arkadaşları, kendilerini küçümsemek amacıyla takılan "köpek" sözcüğünü benimsemişler ve "kinizm" okulunu kurmuşlardır.

Aslında en ünlü kiniklerden birisi olan ve gerçekten de köpek gibi yaşayarak kinizm felsefesini tam uygulayan Sinop'lu Diyojeni hepimiz biliriz. Onu fıçıda yaşarken Büyük İskender'e söylediği ünlü söz ile hatırlarız. Ne demiş İskender Diyojen'e "Ne dilersen dile benden". Diyojen ise cevap vermiş "Gölge etme, başka ihsan istemem". Artık bu sözü gerçekten söylemiş mi, yoksa felsefe tarihçilerinin bir uydurması mı, o kısmını tam bilemiyoruz. Ama Diyojen gerçekten de enteresan bir adam. Tutuklanmış bir kalpazanın oğlu olan Sinop'lu genç Diyojen, kinizmin kurucusuna yanaştığı zaman, Antisthenes ondan hiç hoşlanmamış ve sopayla döverek kovalamış. Ama Diyojen direnmiş ve Anthisthenes'in mesihvari sözlerine uyarak her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamaya başlamış. Diyojen, hocasının bile aklından geçirmediği bir şekilde bütün geleneği yadsıyarak, her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sırt çevirmiş, kendisini doğanın içinde doğal bir varlık gibi özgür kılmıştır. Asıl halk arasında tutulan Diyojen'in bu eylemsel felsefesidir. Daha sonraları Diyojen'den etkilenerek köpeksi felsefeyi benimseyen birçok düşünür yetişmiştir.

Kinik felsefe birçok dini de etkilemiştir. Stoacı akım büyük ölçüde kinizmden etkilenmiştir. Stoacı görüşün Hrıstiyanlığı hazırladığı söylenir. Örneğin Hrıstiyanlığın ünlü çilecilerini kinik akım ile karşılaştırabiliriz. Ne yapmış bu Hrıstiyan keşişleri, her şeyden el ve ayakların çekmişler, çölde ibadet ederek yaşamışlar. Hatta bunlardan bir kısmı direklerin üzerinde yaşayarak sadece dua ve ibadet ile vakit geçirmiş. Peki zorunlu ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlarmış? İnananların ve müritlerinin getirip uzattıkları su ve yiyecek ile. Hatta bu şekilde 70 yıl yaşayanların olduğu söyleniyor. Ne kadar ilginç değil mi, bir direğin üstünde 70 yıl yaşamak.

İslamda da kinizm akımı etkili olmuştur. En önemli temsilcileri "Melamilik"dir. Çok ilginç bir akım olan melamilik hakkında Abdulbaki Gölpınarlı epey araştırma yapmış ve bir kitap yazmıştır. Burada bu konuya girmeyeceğim.

Şimdi kinistlerin ileri sürdüğü "mutluluk köpekliktir" düşüncesi çağımızda da değişik şekillerde kendini göstermektedir. Özellikle batıda bazı kişiler her şeyden el ve ayaklarını çekerek, sokaklarda yaşarlar. Yani siz zannetmeyin sokaklarda yaşayan herkes berduşdur. Çok güzel bazı filmlere de konu olmuştur sokak insanlarının yaşantıları.

Hani zaman zaman aramızda konuşuruz veya çok bunaldığımız zaman aklımızdan geçer. "Ulan herşeyi bırak, git bir sahil kasabasına, sadece balık tut, yaşa". Hatta bu düşüncesini uygulayan iş adamlarına ve hekimlere de rastladım ben. Hastam olan bir iş adamı vardı. Ondan bahsetmek istiyorum biraz. Bu iş adamının İstanbul'da büyük bir fabrikası varmış. İyi de kazanıyormuş. Bir gün balkonda oturup, dışarıyı seyrederken, gözü birden mutfakta iş yapan hanımına takılmış. Uzun zamandan beri evliliğinde sorunlar yaşıyormuş. Birden kalkmış, eşine "senden boşanacağım" demiş ve evden çıkmış. Çıkış o çıkış. Ertesi gün fabrikasını satmış. Tüm parasını eşi ve tek oğlu arasında bölüştürmüş. Daha sonra almış başını bir sahil kasabasına gitmiş. Bu sahil kasabasının herkesten uzak bir köyüne yerleşmiş. Köy sahilde küçük şirin bir yermiş. Bu arada vakit geçirmek için  küçük bir antika dükkanı açmış. Bana yüksek tansiyonunu tedavi ettirmek için gelmişti. Hayatını o zaman anlatmıştı bana. Aradan yıllar geçti. Onu getiren dostum bir ara yanıma uğramıştı. Sordum ne yaptığını o hastanın. Hasta o işten de sıkılmış. Köyün sırtını dayadığı tepede, küçük bir evde, herkesten uzak münzevi bir hayat yaşadığını söyledi.

İşte kinik düşüncenin modern hayata yansıyan küçük bir örneği. Gerçekten de kinik düşünceyi hayata geçirenler amaçlarına ulaşıyorlar mı? Gözlemlerime dayanarak bu soruya pek olumlu yanıt veremeyeceğim. Sonuçta insan toplumsal bir varlıktır. Mutluluk köpeklikte değil, çevrenle kurduğun etkileşimle oluşur. Yani insanın çevresi ile kurduğu ilişkiler mutluluğunun en önemli anahtarıdır. Mal, mülk, hepsi olabilir ama sosyal hayatın sıfırsa sen mutlu değilsindir. Hani çok inanmış bir dervişsen başka. Ama bu tür insanlar nadir çıkarlar. Onların önemli bir kısmı da hayal dünyasında, metafizik bir duygusallıkla yaşarlar.

Son söz olarak, "ailemi ve dostlarımı seviyorum, onlarda beni seviyor demek", en büyük mutluluktur bence...

Kaynaklar:
  1. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu. Remzi Kitabevi. Ekim 2012
  2. Mısır, Yunan ve Roma. Antik Akdeniz Uygarlıkları. Charles Freeman. Dost Yayınları. Nisan 2005