Bildiğiniz gibi ikinci dünya
harbi, tarihin gördüğü en büyük ve en çok tahribat yapan savaştır. Faşist Almanya
dünyanın önemli bir kısmını kana bulamış, büyük felaketler yaşanmış, sınırların
değişmesine neden olmuştur. Dünya da etkileri halen sürmektedir ve sürmeye
devam edecektir.
İkinci dünya harbi ile ilgili yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılmıştır. Gelecekte de yeni bilgilerin ışığı altında kitaplar, makaleler kaleme alınacak, filmler çevrilecektir. Bu konuda yazılan bir kitap olan Kaputt, halen güncelliğini büyük ölçüde koruyan bir kitaptır. Yirminci yüzyılın en önemli kitaplarından birisi olarak Kaputt hakkındaki düşüncelerimi aşağıda yazıyorum.
İkinci dünya harbi ile ilgili yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılmıştır. Gelecekte de yeni bilgilerin ışığı altında kitaplar, makaleler kaleme alınacak, filmler çevrilecektir. Bu konuda yazılan bir kitap olan Kaputt, halen güncelliğini büyük ölçüde koruyan bir kitaptır. Yirminci yüzyılın en önemli kitaplarından birisi olarak Kaputt hakkındaki düşüncelerimi aşağıda yazıyorum.
- Kitabın yazarı Curzio Malaparte çok ilginç bir hayat yaşamıştır. İyi bir eğitim almış, her iki dünya harbini de görmüş, siyasi akımların içinde yer almıştır. Gazeteci olarak çalışması onun birçok olayı direkt veya dolaylı olarak gözlemesini sağlamış.Yoğun bir şekilde edebiyatın içinde bulunduğundan dolayı hem edebi akımları ve hem de ünlü edebiyatçıları yakından tanıma fırsatını bulmuştur. Yazın üslubunu geliştiren en önemli faktörlerden birisi de budur.
- Kaputt ilginç bir edebiyat eseri. Tam bir roman denemez. Bir otobiyografi sanki. Ama bu otobiyografide yazar, tarihsel olayları, öyküler ile harmanlayarak akıcı bir dil ile yazmış. Daha çok roman kurgusu ile yazıldığı için roman olarak değerlendirmenin daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Aynı zamanda ikinci dünya harbini geniş bir perspektifle anlatan destan niteliğinde bir roman olarak da değerlendirilebilir.
- Malaparte kitabını savaşın içindeyken yazmış ve tamamlamış. Bu durum romanın en değerli yanı.Bire bir yorum katmadan yazmış romanı. Adeta bir gözlemci. Eğer fazlasıyla yorum katsa idi, romanın değeri düşebilirdi. Sıcağı sıcağına yaşanan olaylarda yapılan yorumlarda önemli hatalara düşülebilir. Yazarın tarihsel bilinci ve geniş kültürünün bu şekilde bir üslup kullanmasında faktör olduğunu düşünmekteyim.
- Kitaba genel olarak bakarsak, dili ve betimlemeleri çok güzel. Doğayı ve mekanı çok gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş, sanki olayların içinde yaşıyorsunuz.
- Romanda geçen olayların bir kısmını tam gözlediğini zannetmiyorum. Dinlediklerini kaleme almış gibi. Bu durum doğal. Büyük bir yıkım olan ikinci dünya harbi, çok daha acı olayların geçtiği bir mekan. Önemli olan duyduklarını ve gözlediklerini değerlendirip, gelecek kuşaklara aktarabilmek.
- Romanda semboller üzerinden anlatım çok önemli. Bu semboller kitabın omurgasını oluşturuyor ve çok güzel kullanılmış. Örnek vermek gerekirse, atlar, köpekler, fareler, kuşlar, ren geyikleri, sinekler, somon balıkları, kan, gözler, ölüler. Ayrıca eller üzerinde yaptığı yorumlar çok güzel ve anlamlı. Yine ölü atların kokusu ile tahrip olmuş demir ve çeliğin, makinenin kokusunu anlatması şaheser bir benzetme. Ölüleri anlatması da çok ilginç.Hiçbir kitapta rastlamadığım benzetmeler var.
- Roman aslında harbin genel bir panoraması. Örneğin işçiler ile köylüleri karşılaştırması çok güzel. Köylülüğün kaypak yönünü anlatmış. Harpte işçilerin çok daha vatansever ve cesur davrandığını söylemiş. Bu durum yapılan araştırmalarda da belirlenmiştir. Harp sırasında kaçanlar ve korkanlar daha çok köylüler arasından çıkmakta. Şehirden gelenler daha iyi savaşıyor.
- Kitapta esir işçilerin nasıl kullanıldığını ve diğer ülkelerin askeri bakımdan Almanya’ya verdikleri destek de anlatılıyor. Gerçekten de alman faşistleri, tüm Avrupa’nın ekonomik ve askeri imkanlarını kullanarak ilk sosyalist devlet olan Sovyetler Birliğine saldırmıştır. Emperyalist ülkeler bu kırıma uzun süre seslerini çıkarmamışlar, sadece mevzi savaşları ile yetinmişlerdir. Ama sonuçta kazanan halklar olmuştur. Romanda halkları somon balığına benzetmesi çok güzel.
- Kitapta o zamanki kokuşmuş burjuvaları da çok güzel anlatıyor. İnsanlar açlıktan kırılırken, onların zevk ve sefa içinde yaşamaları dikkat çekici. Kitapta ilginç karakterlerden birisi Kont Ciano, Mussolinin damadı. Aslında Malaparte’yi hapisten kurtaran adam. O zamanların ilginç bir kişiliği. Yalnız tuttuğu günlükler gerçek bir belge niteliğinde. O dönemi anlatan bir çok yazar, Ciano’nun ve Goebbels’in günlüklerine başvurmuştur.
Kitaptan kısaltarak aldığım bir öykü çok çarpıcı. Sizler ile
paylaşmak istedim.
Subay atının yelesine doğru eğilmiş, ellerini eğerin öndeki
çıkıntısına dayamış, son topa elli adım mesafeden konvoyu takip ediyordu.
Atların nal sesleri hemen hemen uzaklaşmış, ovanın çamuru içinde bozulmuştu ki,
birden bir kurşun vızladı. “Halt”
diye bağırdı subay. Kafile yine durdu, kuyruktaki batarya yine köy üzerine
ateşe başladı. Bütün makineli tüfekler zaten alevler içindeki evleri tarıyordu
ama, köyden gelen muntazam aralıklı tek tek tüfek sesleri de hala kara duman
bulutunu delmeye devam ediyordu: Subay yüksek sesle saymaya başladı: “Dört, beş altı. Bir tek tüfeğin ateşi bu.
Köyde sadece bir kişi var”. O anda bir gölge, elleri havada koşarak kara
duman bulutundan sıyrıldı. Askerler partizanı yakaladılar, iterek subayın önüne
getirdiler. Subay eğerinin üstünden eğilip partizana baktı: “Ein kind” (Bir çocuk) dedi alçak sesle.
Bir çocuktu bu. En fazla on yaşında bir çocuk. Zayıftı, acınacak haldeydi.
Elbisesi paramparça, yüzü kapkaraydı. Saçları kavrulmuş, elleri yanmıştı. Ein kind! Bacaksızın biri, ben Rusya’ya çocuklarla savaşmaya gelmedim. Subay
birden çocuğa doğru eğildi, köyde başka partizan olup olmadığını sordu. Subayın
sesi pek bezgin, pek sıkıntılı çıkıyor, soruyu Rusça tekrarlayan tercümanın
sert ve öfkeli sesine yaslanıyor, adeta ondan kuvvet alıyordu.
-Niet, (Hayır)
diye cevap verdi çocuk.
-Askerlerime neden
ateş ettin?
Çocuk şaşkın şaşkın subaya baktı. Tercüman soruyu
tekrarladı.
-Pekala bilirsin,
neden bana soruyorsun? dedi çocuk.
Sesi sakin ve berraktı, zerre karda korku duymadığı belli
oluyordu ama kayıtsız da değildi. Dosdoğru subayın yüzüne bakıyor ve cevap
vermeden önce bir asker gibi hazır ol vaziyetine geçiyordu.
Subay usulca sordu:
-Almanların nasıl
şeyler olduklarını bilir misin?
-Sen de Alman değil
misin tovarisch officer?
Subay bir işaret yapınca Feldwabel çocuğu kolundan yakaladı,
tabancasını çekti.
-Hayır, burada yapma,
dedi subay. Daha uzağa götür.
Çocuk Feldwabel’in yanında, adımlarını ona uydurabilmek için
koşarak yürümeye başladı. Birden subay döndü kırbacını kaldırıp bağırdı: Ein moment! Feldwabel durup arkasına
baktı, şaşırmıştı. Sonra çocuğu, ileri doğru uzattığı eliyle iterek geri
getirdi.
Bir ara subay çocuğun önünde durup, uzun uzun ve sessizce
yüzüne baktı ve sıkıntı dolu bir sesle:
-Dinle! Dedi. Sana
kötülük etmek istemiyorum. Benim işim bacak kadar çocuklarla savaşmak değil. Lieber
Gott! Savaşı ben icad etmedim ki?
Bir süre sustu, sonra insana garip gelen bir yumuşaklıkla
sordu;
-Dinle, benim bir
gözüm camdır. Asıl gözümün hangisi olduğu kolay anlaşılmaz. Hemen, hiç
düşünmeden, hangi gözümün cam olduğunu söyleyebilirsen, serbest bırakırım seni.
Çocuk hiç tereddüt etmedi:
-Sol göz, dedi.
-Nasıl bildin?
-Çünkü ikisinden,
soldaki daha insan gibi bakıyor.
Ben okumadım ama tank ve denizaltılarını tasvir ettiği bölümleri paylaşırmısınız
YanıtlaSil