26 Aralık 2013 Perşembe

Öpücük Dansı Nasıl Çıkmıştır?

Öpücük, sihirli bir kelime değil mi? İnsanoğlunun varoluşundan itibaren birlikte yaptığı en güzel eylem. Değişik öpücük şekilleri vardır hepimizin bildiği. Ayrıntılarına girmeyeceğim burada. Ama filmlerde çok izlemişsinizdir 18 ve 19.yüzyıllardaki dans sahnelerini. İnce beli sımsıkı saran, göğüslerini tüm güzelliği  ile yansıtan elbiseler giyen güzel bayanların yakışıklı erkekler ile dans etmelerini. Hele rejisörün filmin kahramanlarını tek başına dans ederken kamerayı odaklaması ve tüm diğer dans edenleri silikleştirmesi ile betimlenen sahneler, o dönemleri anlatan filmlerin vazgeçilmez sahneleri arasında yer almaktadırlar. Şimdi nasıl oluşmuştur bu dans şekilleri, kısaca göz atalım.

18.yüzyıl soylu ve üst sınıfları kendilerini halktan farklı görürlerdi. Yaptıkları müzikte o anlamda biraz saray müziğiydi. Buna karşın o yıllarda sarayları ve soyluların malikanelerini çevreleyen kalın duvarların ardında halkın "basit eğlenme" biçiminin tutkunları da bayağı çoktu. Bir süre sonra özellikle Almanya'da saraylarda yapılan kostümlü balolara "vur patlasın, çal oynasın" adı verilmeye başlandı. Bu balolarda üst sınıf, halkı taklit ederek tam anlamıyla kurtlarını dökerlerdi. Özellikle köylülerin kaba görünümlü erotik dansları, 18.yüzyıldan itibaren Avrupa'nın her yanında soyluların büyük tutkusu haline geldi ve sarayın yapmacıklı davranış biçimlerini sarsmaya başladı. Bir süre sonrada bu davranışlar pek nazlanmadan doğruca amaca yöneldi. Gösteriş, görkem ve ölçülülüğün yanına dans koreografları yeni hareketler eklemeye başlayarak çiftlerin birbirlerine dokunmalarını sağladılar. 18.yüzyılın ortalarından itibaren çiftlerin dans esnasında birbirlerine bir öpücük verdiği ve bu anın müziğin sağladığı olanaklardan yararlanılarak mümkün olduğunca uzatıldığı öpücük dansı moda oldu. Dönüş sırasındaki sürtüşmeler, kadının dar giysiler içine sıkıştırdığı memelerinin sıcak basması nedeniyle kabarıp şişmesi, dans edenlerde önemli şehevi duygular uyandırıyordu. Dans edilirken oluşan erotik gerilim, çiftlerin daha büyük değişim geçirmelerine neden oldu ve bu dönemde birçok yerde "aşk bahçeleri" açıldı. Bu bahçelere yerleştirilen gözlerden uzak küçük çalılıklar, aşıklar için çok elverişli olanaklar yaratıyordu. Eğer Avrupa'da o zamandan kalan sarayları ve bahçelerini gezdiğiniz zaman küçük çalılar görürseniz, arkasında ne büyük aşkların ve erotizmin yaşandığını düşünmekten alıkoymayın kendinizi.

Aslında 18.yüzyıl büyük müzikçilerin yetişmesine olanak sağlayan bir dönem olmasına karşın, müziğin bayağılaştığı bir dönem olarak da anılmaktadır. Bu eğilim özellikle operada kendini göstermiştir. İtalya'da bu bayağılaşma çok yaygındı ve güzel müzikten ziyade, halkı salona çekecek görselliğe daha çok önem veriliyordu. Tabi sahnede rol alan çekici kadınlar ve erkekler, birlikte yaptıkları danslar halkın ilgisini daha da çok çekiyordu. O zamanın birçok değerli müzikçisi sırf geçimlerini sağlamak için bu tür operalar bestelemek zorunda kalmışlardı. Bu operaların önemli bir kısmı saman alevi gibi sönmüştür. 19.yüzyıldaki vals besteleme eğilimi de bu şekilde değerlendirilmektedir. Bu konuya ilerideki bir yazıda değinmeyi düşünmekteyim.

Gerçekten de 18. ve 19.yüzyıllardaki danslarda gözlediğimiz erotizmi 20.yüzyılda pek görmemekteyiz. Modern insanın erotizmi çok daha farklı bir şekilde kendisini göstermektedir.  Düşünsenize şimdi, düğünlerde dans ederken çiftlerin birbirleri ile uzun uzun öpüşmelerini. Tabi şimdi daha farklı şekillerde görmekteyiz öpüşmeyi.

Ülkemizde müzik eşliğinde yapılan dans ve halaylarında insanları yakınlaştırma özellikleri vardır. Anadolu'daki düğünlerde çekilen halaylar, çiftlerin birbirlerine yakınlaşması için uygun ortam sağlamaktadır. Birçok yerde kadınla erkeğin birbirine en yakın olduğu alan, düğünlerdeki halaylardır. Özellikle doğu ve güneydoğuda eğer iki genç birbirine ilgi duyuyorsa, yan yana gelebilecekleri en önemli eylem düğün halaylarıdır. Uzun süre devam eden müziğin eşliğinde, hiç bıkmadan saatlerce aynı tema ile dans ederler gençler birbirlerine dokunarak. Nedense modern düğünlerde de bu moda çok yaygınlaşmıştır. Normal bir dans müziği çalsa bile, hemen kasap havasına dönüştürülmekte, eller kenetlenerek uzun sıralar oluşturulmaktadır. Birde ortaya davul zurna çıkmakta, güya düğünü halka indirmektedir. Demek ki yüzyıllar geçse bile insan davranışları nitelik değiştirmesine karşın, benzer tepkiler gözlenebilmektedir. Ama bizim danslarımız ve halaylarımız, 18.yüzyıl danslarına göre daha edepli niteliktedir.  

Bugün dans tarihinde ufak bir gezinti yaptık. Zamanında ünlü bir siyasetçimiz bir laf söylemişti "Ben hiç dans bilmem ama dansın insanları birbirine yakınlaştıran önemli bir araç olduğuna inanıyorum". Ne kadar garip değil mi? Acaba gerçekten dans bilmiyor muydu, yoksa çok mahcup bir insan mıydı? Kim bilir, belki dans etse halkın kendini daha az seveceğini düşünüyordu. Neyse, özellikle sevdiğin ile dans etmek, doğru bir eylemdir. İster öpücüklü, ister öpücüksüz olsun, insanı rahatlatır.

Kaynak:

Peter Wicke. Mozart'tan Madonna'ya popüler müziğin bir kültür tarihi. Yapı Kredi Yayınları, 2004

23 Aralık 2013 Pazartesi

Suç ve Ceza

Şimdi bu başlık niye diyeceksiniz. Aslında Dostoyevski'nin bu ünlü romanı, tipleri, kurgusu ile tüm zamanların en önemli kitaplarından birisidir. Romanda, kişilerin,eylemlerinin ve davranışlarının altında yatan dramı büyük bir ustalıkla yazar Dostoyevski. Tarık Dursun K'nın dediği gibi, Dostoyevski'nin bu romanı insan yalnızlığının romanıdır; insanın, kendisine uymayan bir varoluşun karşısında yalnız kalmaktan duyduğu kargaşayı, bağsızlığı, can sıkıntısını anlatır.

Peki Dostoyevski'nin romanlarında nasıl bir ruh hali vardır. Hemen her kitabında çatışmalı bir ruh halini gözlersiniz. Bu çatışmalı ruh halini karakterlerine de yansıtmıştır.

Yıllar önce bir arkadaşım muayene için bir hasta göndermişti. Hasta 50 yaşlarında bir mühendisti. 3 yıl önce bypass olan hasta tansiyonu hafif yükseldiği için başvurmuştu. Hastayı odama aldım. Odama 19 yaşlarında üniversite öğrencisi olan oğlu ile birlikte girmişti. Hasta şikayetlerini anlatmaya başladı. Çok abartarak anlatıyordu hastalığını. Yalnız hiç bana bakmıyordu konuşurken. Sürekli oğluna bakarak hastalığını anlatıyordu. Ara sıra da onaylamam için bana dönüyordu. Sessizce izlemeye başladım adamı. Bu arada yan koltukta oturan çocuğuna bir göz attım. Çocuk babasını allak bullak olmuş bir surat ile dinliyordu. Ezilmiş, büzülmüş, koltuğa çökmüş, adeta koltuğun içine girmeye çalışıyordu. Belli ki rol modeli olan babasının hastalığından etkilenmiş, babasını kaybedebileceği kuşkusu çocuğu iyice perişan etmişti. Bir süre sonra dayanamadım, adamın sözünü sert bir ses tonu ile keserek, çocuğu işaret ettim; "Niye ona anlatıyorsun derdini, bana anlatsana" dedim. Adam yüksek bir ses tonu ile "Olsun, o da bilsin" dedi. Egoist bir tavırla çocuğunu hastalığının içine sokması beni çok rahatsız etmişti. Daha fazla dayanamadım ve çocuğa dışarı çıkmasını söyledim. Hastaya dönerek, çocuğuna bu şekilde davranmasına hakkı olmadığını, hasta bir baba figürünün yetişmekte olan çocuğu etkileyebileceğini söyledim. Ayrıca hastalığının çok önemli olmadığını, abartmasının çocuğun dengesini daha da bozacağını ekledim.

Benim konuşmam üzerine hasta hatasını kısmen anladı. Muayenesini yaptıktan sonra çocuğu içeri aldım. Babasının önemli bir sorunu olmadığını, hafif bir ilaçla hastalığının halledilebileceğini belirttim. Çocuğun yüzü birden aydınlandı, rahat bir nefes aldı. Memnun bir şekilde odamdan çıktılar.

İşte babalar ve oğullar. Bu hastanın ruh halini Dostoyevski'nin "Yeraltından Notlar" kitabındaki yeraltı adamına benzetebilir miyiz? Bu şekilde hastalığını abartması, oğlunun ilgisinin kendi üzerine yoğunlaşmasını istemesinin nedeni ne olabilir? Aslında bu örneğe benzer özellikteki hastaları birçok defa gördüm. İnsanlar çevrelerinin kendilerine duygusal yatırım yapmaları için, bedenlerinde olmayan hastalıkları icat etme gibi bir kaygıları olabilir. Hani bu tür bir yatırımı kendi eşdeğeri olan bir yetişkinden istemesi anlayışla karşılanabilir, ancak yeni yetişmekte olan bir çocuktan istemek bana pek mantıklı gözükmemişti.

Bizim canımız, varlığımız olan çocuklarımızı üzmeye, onları sorunlarımıza ortak etmeye hiçbir hakkımız yoktur. Onlarında bir yaşantısı vardır. Bizim görevimiz onlara yardımcı olmaktır.

Şimdi tekrar dönelim Dostoyevski'ye. Ama Dostoyevski babasını hiç sevmezdi. Çocukluğunu çoğu zaman sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçirdi. Babasının ölümünü duyan yazar, düşünce yapısında babasının ölümünü istediği için ağır bir suçluluk duygusuna girmiştir. Ardından da bunalımlı ve depresyonlu günler gelmiştir. Eserlerinde de bu çatışmalı ruh halini yansıttığı söylenir. Sigmund Freud, özellikle "Suç ve Ceza"da psikanalizin gerçek yansımasını görür. Dostoyevski'nin yaşadığı çağda Psikanaliz yoktu. Ama bilim nedir ki? Kendinden öncekilerin birikimi üzerine şekillenmez mi? Gerçekten de Dostoyevski'nin başta "Suç ve Ceza" olmak üzere eserlerinin hemen hemen tümü psikanaliz için incelenmesi gereken önemli kaynaklardır. Psikanalizciler de bol bol yapmışlardır bunu.

Dostoyevski yaşadığı çağda ileride bu kadar meşhur olacağını ve üzerine binlerce makale yazılacağını biliyor muydu acaba? Hiç zannetmiyorum. Ama gerçekten de kendisinden sonra gelen yazarları çok etkilemiştir Dostoyevski. Özellikle bazı temalarını sonraki yazarlar fazlasıyla kullanmışlardır. Örneğin Franz Kafka. Ama varoluşçu felsefeyi kitaplarında yansıtan yazarlar çok etkilenmiştir Dostoyevski'den. Ben Camus'da fazlasıyla gördüm bu etkilenmeyi.

Bugün edebiyat tadında bir yazı kaleme almak istedim. Ama Dostoyevski'yi okursanız eğer, etkilenmemeniz olanaksızdır. Kimbilir, karakterlerinin bir kısmında kendi ruh halimizi görebiliriz belki. Ama bireysel "Suç" her zaman kötüdür, eğer "Ceza" almak istemiyorsak, ki bu vicdanımızda da olabilir, bireysel suçtan uzak durmak gerekmektedir. Ünlü kahramanı Raskolnikov'un kendi vicdanı ile yaptığı muhasebe, aldığı cezadan daha etkilidir. Buna karşın insan toplumsal bir varlıktır. Toplumu değiştirmek için yapılan bazı eylemler başlangıçta suç olarak değerlendirilmiştir. Daha sonraları bu eylemlerin birer erdem olduğu görülmüştür. İşte bu anlamda "Suç" ve "Ceza" kavramları, üzerinde epey tartışılması gereken kavramlardır. 

17 Aralık 2013 Salı

Araplar Gerçekten Bizi Sırtımızdan Vurdu mu?

Bugün Yılmaz Özdil'in yazısını okuduğum zaman, ne kadar sloganların peşinden koşan bir millet olduğumuzu daha iyi anlıyorum. Tarihsel gerçeklerden bihaber, sadece kitlelerin hoşuna gidecek yazılar kaleme almak, belki bazılarının ruhunu okşayabilir. Ancak bu tür görüşler balon gibidir. Bir süre sonra fos diye söner. Şimdi okuyucu kuyrukçuluğu yapan bazı yazarların ileri sürdükleri, "Birinci Dünya Harbinde Araplar bizi sırtımızdan vurdu" teranesine karşı bazı görüşlerimi aşağıda yazıyorum,

  1. Birinci Dünya Harbinde Filistin Cephesinde Osmanlı Ordusunda İngilizlere karşı savaşan Araplar niye unutuluyor? O zamanlar Osmanlı Ordusunun mevcudunun yaklaşık % 20'si Araptı. Ayrıca Osmanlı Ordusunu destekleyen çok sayıda Arap Aşireti de vardı. Bu Araplardan ölenler, yaralananlar, kaybolanlar çok fazlaydı ve büyük kahramanlık göstermişlerdi. Hiç olmazsa bu Arapların hatırasına saygı gösterilerek yazılar kaleme alınsa daha iyi olur. 
  2. Çanakkale'de savaşan ve büyük kahramanlık gösteren Arap Alayının varlığı ne çabuk unutuluyor. 
  3. Ayrıca Gazze ve Filistin Komutanı olan Cemal Paşa'nın adının Araplar nazarında "Kanlı Cemal" olduğunu biliyor muydunuz? Cemal Paşa görev yaptığı süre içerisinde Suriye ve Lübnan'daki milliyetçi Arap aydınlarını Lazkiye'ye kadar olan telgraf direklerinde sallandırmasıyla ünlü. Şimdi ülkemizde haklı bir ulusal kurtuluş savaşı yapıldı. Bu anlamda bizim yaptığımız ulusal mücadele birçok halka örnek oluşturmuştur. Bizim ulusal savaşımızı düşünerek, bir kısım Arap halkının despot Osmanlı Yönetimine karşı yaptıkları ulusal mücadeleyi "Bizi sırtımızdan vurmak" olarak değerlendirmek doğru mudur? Bunu bir de o coğrafya'da yaşayan Araplara sormalı.
  4. Birinci Dünya Harbinde Gazze ve Filistin'de sadece İngiliz casusları görev almamıştır. Teşkilatı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti de çok çalışmış. Bizim bu çalışmalarımız mubah, İngilizlerin yaptıkları yanlış. Harpte iki tarafta galip gelmeye çalışır. Tarihe bakarken tarafsız gözle değerlendirme yapmak, günümüz için çıkarım yapma açısından çok önemlidir. 
  5. Şu anda başta Suriye'de olmak üzere birçok Arap ülkesinde despot yönetimlere karşı başkaldıran ve mücadele eden, laik, demokrat Arap aydınları var. Asıl mücadeleyi başlatanlar bunlardır. Bu aydınların halklarının gözünde itibarları çok yüksek olmasına karşın, bilgi kirliliği nedeniyle aydınların yaptıkları mücadele gerici unsurlar tarafından gölgelenmeye çalışılmaktadır. Demokrat, laik bir Ortadoğu için Arap aydınlarının ve halkın yaptıkları mücadele belirleyici olacaktır. Şu anda büyük acılar çekilmektedir. Üstelik bizim ülkemizde yaklaşık 6 milyona yakın Arap asıllı vatandaşımız vardır. Arap halklarının çektikleri acıları yüreğimizde duymamız lazım. Araplara karşı düşmanlık içeren yazılara bu nedenle karşı çıkmamız gerekmektedir. Ortadoğu halklarının  yaptıkları mücadelede destek olmamız sadece insanlık görevi değil, komşuluk hakkı olduğu da unutulmamalıdır. .  
Osmanlının eli kanlı yönetiminin yaptıklarına sahip çıkmanın anlamı yoktur. Birinci Dünya Harbi nedeniyle sadece ülkemiz halkları değil, tüm Ortadoğu halkları büyük acı çekmişlerdir. Tarihe bu gözle bakmak gerekmektedir. 

Son söz olarak "Arabistan'lı Lawrence" filminden bahsetmek istiyorum. Bir başyapıt olan bu filimde bazı hatalar olmasına karşın, rejisi ve aktörleri nedeniyle olağanüstü bir filmdir. Yaklaşık 3 saat süren bu filmi hiç sıkılmadan izleyebilirsiniz. Özellikle Peter O'Toole olağanüstü rol yapıyor. Onun hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. 

9 Aralık 2013 Pazartesi

Alabalık Beşlisi, Duygu Yüklü Büyük Besteci Franz Schubert

"Senin dünyan, altın gibi ışıldarken Tanrım, ne güzeldir; Parıltılar yere inip, tozu pembeye boyayınca...". İşte bu güzel cümle, yaşamı "trajik" olarak nitelendirilen Franz Schubert'in bir lied'inden alınmıştır. 31 yaşında ölen bu büyük besteciyi belki "Bitmemiş Senfoni"si ile tanırsınız. Tıpkı senfonisi gibi, hayatını tam yaşayamamış, bitirememiştir Schubert. Mezar taşının üzerinde yazan cümle ne güzel özetlemektedir Schubert'i; "Müzik bu paha biçilmez hazineyi ve en güzel ümitleri gömdü.".

Büyük lied ustası Franz Schubert 19.yüzyılın başlarında yaşamıştır. Klasik dönem bestecilerinin sonuna yetişmesine karşın o romantik bir bestecidir. Fakirdir, fazla seyahat etmemiştir. Bulabildiği küçük işler dışında prenslerin, kralların, zenginlerin yanında değildir. O, dostlarının yanındadır. Viyana'daki Schubert gecelerinin vazgeçilmezidir. O, dostlarından, entelektüellerden beslenmiştir sürekli. Liedlerinin önemli bir kısmını Goethe'nin, Schiller'in, Grillparzer'in, Petrarce'nin, Shakespeare'nin, Heine'nin şiirleri üzerine yazmıştır. Liedlerinde doğayı, sevgiyi, sıradan insanları konu olarak almıştır.

Schubert in anne babasının 18 çocuğu olmuş, bunlardan sadece 2 tanesi yaşamıştır. Ne kadar ilginç değil mi? Çocuk ölümleri çok fazla. İnsanlar türlerini devam ettirmek için, sürekli çocuk yapıyorlar. Ne kadar şanslı bir çağda yaşıyoruz biz şimdi.

Schubert'in tifüsten öldüğü düşünülüyor. Tifüs nasıl bir hastalıktır bilirsiniz. Bitten geçer. Bit ise nedir? Pisliktir, temizlenmemektir. O zamanların en çok öldüren hastalığıdır tifüs. Schubert'te yoksuldu. Yaşadığı koşullar temizlenmek için uygun değildi herhalde. İşte bize hayal gibi gelen koşullarda yaşayan besteci, daha uzun yaşasaydı eğer, ne güzel eserler besteleyecekti. Kim bilir? Öldüğü zaman hayranı olduğu Beethoven'in yanına gömülmeyi istemiştir. Viyana'da çok sevdiği büyük bestecinin yanında yatmaktadır şimdi.

"Bitmemiş Senfoni"yi hepiniz bilirsiniz. Nefis bir eserdir. Çok duygusal bir adamdır Schubert, Şu cümle ne kadar güzel ifade ediyor onun duygusallığını. "Dile getirmek istediğim aşk, acıya dönüşüyordu. Acıyı dile getirmek istediğim zaman da, o, aşk haline geçiyordu. Bu cümleyi Kontes Esterhazzy'ye piyano dersi verirken bestelediği eser için yazmıştır. Kim bilir, belki de aşıktı Kontes'e.

Schubert daha çok liedleriyle tanınmasına karşın, senfonileri, oda müziği eserleri, keman ve viyolonsel eserleri, üçlüleri, dörtlüleri, beşlileri de vardır. İşte "Alabalık Beşlisi" en sevdiğim eserlerin başında gelir. Piyano, keman, viyola, viyolonsel ve kontrbas için bestelenen bu eser, neşeli ve sıcak yaz günlerinin anısı, lirik ve dayanılmaz bir parlaklıkla, ideal bir oda müziği olarak gerçekleşir. Gençliğimde romantik bir akşam sırasında eşimle birlikteyken dinlediğim bu eseri sizinde seveceğinizi tahmin ediyorum. Ayrıca ünlü liedlerinden birisi olan "Ave Maria"yı büyük ses Maria Callas'dan dinleyeceksiniz. Schubert'in ne kadar duygu yüklü bir insan olduğu bu şarkıda belli olmaktadır. Dinlemek için lütfen aşağıdaki linkleri tıklayınız...

Alabalık Beşlisi

Ave Maria (Callas Söylüyor)

Kaynaklar:
  1. Müziği okumak. İrkin Aktüze. 5.Cilt,
  2. Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni. Cavidan Selanik,
  3. Müzik Tarihi. Ahmet Say

4 Aralık 2013 Çarşamba

Patetik Senfoni: Gözyaşlarıyla Gülümsemek...

Patetik Senfoni, Çaykovski'nin en çok bilinen ve çalınan eserlerinin başında gelir. Kendi yönetiminde ilk kez çalındıktan 9 gün sonra koleradan veya tam bilinmeyen bir hastalıktan ölmüştür. Kazandığı büyük başarıyı görememiştir maalesef. Fırtınalı geçen hayatını anlatır bu senfonide besteci.

29 Kasım 2013 Cuma

Biraz da Amerikan Müziği, Mavi Rapsodi ve Gershwin

Amerika Birleşik Devletleri deyince herkeste bir alerji başlar. Hemen bu süper devletin politik yönleri ön plana çıkarılır. Emperyalist amaçlı olarak dünya üzerinde kurmak istediği hegemonya tartışılır. Bu konularda yazılmış binlerce makale ve kitap var. Kuşkusuz önemli ve haklı temelleri vardır bu söylemlerin. Ama şurası unutulmamalıdır; ABD'de yaklaşık 320 milyon insan yaşamaktadır. Bu insanlar yiyorlar, içiyorlar, üretiyorlar, hastalanıyorlar, ölüyorlar. O zaman biraz da bu yönüne bakmak gerekir Amerikanın. Bu ülke Jack London'ları, John Steinbeck'leri, Ernest Hemingway'leri, Erskine Caldwell, Charlie Chapline gibi daha birçok önemli kültür, sanat ve bilim insanını yetiştirmiştir. Ama bunun yanında 1950'lerdeki o ünlü McCarthy'cilik döneminde yaptıkları komünist avı ile kültür ve sanatın üzerine büyük bir baskı uygulanmış, liberal aydınlar sindirilmeye, hapse atılmaya çalışılmıştır. İşte böyle çelişkilerle dolu bir ülkedir ABD.

Şimdi Amerikanın yetiştirdiği en önemli bestecilerden birisi olan George Gershwin ve onun ünlü eseri Mavi Rapsodi (Rapsody in Blue) hakkında birkaç cümle yazacağım. 

Gershwin New York'da Rus Yahudisi göçmeni olan bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1898 yılında dünyaya geldi. Gershwin 10 yaşından sonra müzikle ilgilenmeye başlamıştır. Bir arkadaşının viyola resitalini dinlediği zaman çok etkilenmiş. O yıllarda ağabeyi Ira'da müziğe yetenekli bir gençti. Babası ağabeyi için ikinci el bir piyano almış. Gershwin ilk müzik deneyimlerini bu piyano ile yaşamıştır. Ders aldığı hocası ondaki büyük yeteneği görerek klasik müzik konusuna yönlendirmek ve konser virtüozu yapmak istemiş ama o tamamen başka bir yol seçmiştir. 

Gershwin 15 yaşında okulu bırakmış ve New York gece kulüplerinde piyano çalmaya başlamış. Bu arada ek gelir elde etmek için, müzik marketlerde piyano çalarak yeni çıkan şarkıların reklamını yapıyormuş. 3 yıl bu şekilde çalıştıktan sonra daha iyi para kazanmak ve kariyerini yükseltmek için, Broadway'e gitmiş. Öncelikle şarkıcılara prova yaparken piyano ile eşlik ederek geçimini sağlamaya çalışmış. Bu arada beste yapmaya başlamış. Bir süre sonra Broadway'de yavaş yavaş popüler şarkı bestecisi olarak tanınmaya başlamış. Yine o yıllarda müzikçi ve orkestra şefi Paul Whiteman'ın düzenlediği "Modern Müzikte Deney" başlıklı konser dizisi için caz unsurlarını içeren bir eser yazma siparişi almıştır. Üç haftada bu eserin piyano partisini hazırlayan Gershwin, seslendirmeden sonra birçok ünlü müzikçinin hayranlığını ve takdirini kazanmıştır. Bu eserden sonra adı ünlü besteciler arasında geçmeye başlamıştır. 

Gershwin çok meşhur eden en ünlü eseri "Mavi Rapsodi"dir (Rhapsody in Blue). Rapsodi, klasik müzikte serbest formlu, klasik kalıplara uymayan eserler verilen genel addır. Türkiye'nin ünlü Müzikologlarından İrkin Aktüze'ye göre adını zencilerin hüzünlü ezgilere verdikleri blues'dan aldığı öne sürülen bu rapsodi'ye, Gershwin'in ağabeyi, söz yazarı Ira Gershwin'in, Amerikalı empresyonist ressam James Whistler'in "Nocturn in Blue and Green" (Mavi ve Yeşil Noktürn) adlı tablosundan esinlenerek bu ismi verdiği de söylenir. Yine Aktüze'ye göre trenle Boston'a giderken vagonun raylarda çıkardığı seslerden ritmi ve temayı duyan besteci, notaları gözünün önünde canlandırmıştır. 

Mavi Rapsodiyi ik çaldırdığı zaman orkestrayı yöneten Paul Whiteman'ın hüngür hüngür ağladığı söylenir. Gershwin'in kendi sözlerine göre "Cazın, mutlaka bir dans ritmi yansıtması gerektiğine inananların yanlış düşündüğünü güçlü bir darbeyle ispat amacıyla yazdığı" bu eser, çeşitli tempo değişiklikleriyle gelişir ve parlak bir biçimde sona erer. Ravel, Stravinsky, Milhaud ve daha birçok besteciyi etkileyen bu eserin, iki piyano için düzenlemesi de yapılmıştır. Bu düzenlemeyi en iyi seslendirenler arasında ünlü Türk piyanistleri Güher ve Süher Pekinel kardeşlerde vardır. Pekinellerin hazırladığı CD'yi dinlediğim zaman çok beğenmiştim.

Gershwin'in diğer ünlü eserleri, "Pariste Bir Amerikalı", "Fa Major Piyano Konçertosu" ve "Porgy ve Bess Operası" sayılabilir. Bu operayı Gershwin "Folk Opera" olarak adlandırmıştır. Bu eseri bazı müzikçiler çok kompleks ve en iyi bilinen Gershwin eseri olarak yorumlamaları yanında, 20.yüzyıldaki Amerikan müziğinin en önemli eseri olarak nitelendirmektedirler. Zenci müziği ve zenci kültürünü yansıtan bu eser, Gershwin'in ölümünden sonra büyük ün kazanmıştır.

Başta da bahsettiğim gibi, 1950'lerdeki McCarthy ile başlayan cadı avı döneminde birçok Amerikalı ilerici ve liberal yazar gibi, Gershwin'de karalama kampanyalarından kurtulamamış, onu karalayan yazılar ve suçlamalar kaleme alınmıştır. Peki ne olmuştur?. McCarthy'cılık karanlık bir dönem olarak lanetle anılırken, Gershwin'in müziği hala popülerdir. gershwin ise büyük saygı ve sevgi ile anılmaktadır.  

Gershwin 1937'de şiddetli baş ağrıları çekmeye, kötü kokular hissetmeye başlamış. Beyinde kötü huylu tümör tanısı konulmuş, 11 Temmuz 1937'de daha 38 yaşında iken ameliyat sırasında vefat etmiştir. O da birçok müzikçi gibi genç yaşta hayatını kaybetmesine karşın, adını ölümsüzler listesine yazdırmıştır.

Şimdi Gershwin'in ünlü eseri Mavi Rapsodiyi New York manzaraları eşliğinde dinleyelim. Lütfen tıklayınız...


27 Kasım 2013 Çarşamba

Gurur ve Önyargı-Jane Austen'i Nasıl Bilirsiniz?

Kitapçılara uğradığınız zaman, Jane Austen'in kitaplarını her zaman üst sıralarda görürsünüz. İngiltere'de bu ünlü yazar için çok fazla etkinlik yapılır. Yaşadığı yerleri binlerce turist ziyaret eder. İngiltere'de çok iyi işleyen bir Jane Austen ekonomisi vardır. 2013 yılı onun ünlü eseri "Gurur ve Önyargı"nın ilk basılışının 200.yılı olduğu için büyük kutlamalar yapılmakta. Peki kimdir bu yazar, önemi nereden gelmektedir? Bu soruları yanıtlamak için, Jane Austen hakkında kısa bir derleme yaptım. İlginizi çekeceğine inanıyorum. 

Jane Austen 1775-1817 yılları arasında yaşamış bir İngiliz yazarı. Hiç evlenmemiş. Bir papazın kızı. Ağırlıklı olarak taşrada yaşamış. Kendi küçük dünyasında yarattığı ve yazın dünyasına kazandırdığı eserleri, modern edebiyatın temel taşlarından sayılmakta. Her yıl eserleri birçok ülkede yeni baskılar ile piyasaya sürülmekte ve satılmaktadır. Bu ünü nasıl hak etmiştir? Şimdi Jane Austen'i anlatmadan önce, o zaman ki Dünya ve İngiltere'ye bir göz atalım. 

Bildiğiniz gibi İngiltere küçük bir ada olmasına karşın, ilginç bir tarihi vardır. Bilime, teknolojiye, edebiyata, sanata katkıları yanında, siyasi ağırlığı ile de o yıllarda tam bir Dünya imparatorluğuna dönüşmüştür. 19.yüzyılda Kraliçe Viktorya döneminde "Topraklarında güneşin batmadığı devlet" olarak tanımlanırdı. İşte Jane Austen'in yaşadığı yıllar, yükselmekte olan Büyük Britanya İmparatorluğunun başlangıç yıllarıydı. İngiltere 16.Yüzyılda Hindistan'ı sömürgeleştirerek büyük bir servet ve sermaye birikimi yapmıştı. Ayrıca o yıllar "Birinci Sanayı Devriminin" hemen sonrasına geliyordu. Bu dönemde İngilterede büyük çalkantılar yaşanmıştır. Yine ünlü bir İngiliz yazarı olan Charles Dickens'ın kitapları bu çalkantılı dönemi çok iyi anlatır. 

Peki İngiltere bu durumda iken, Dünya'da neler oluyordu. Tabi öncelikle İngiltere için olumsuz bir durum gerçekleşmişti. Amerikadaki sömürgelerini kaybetmiş, ABD bağımsız olmuştu. Avrupa ise hemen Fransız Devrimi sonrasını yaşıyordu. Bildiğiniz gibi oldukça çalkantılı bir dönemdi o yıllar. 19.Yüzyıl başında bir topçu binbaşısı olan Napolyon Bonapart Fransa'da iktidarı ele geçirdi. Hemen sonrasında tüm Avrupa'yı etkileyen Napolyon dönemi başladı. Bu dönemde Bonapart liderliğindeki Fransa Avrupa'nın önemli bir kısmını işgal etmiş, ancak Rusya'da ağır bir yenilgi aldıktan sonra Birinci Napolyon dönemi son bulmuştu. İkinci Napolyon dönemine ise İngiltere ve Prusya'nın ortaklığında Waterloo savaşı son vermiştir. Napolyon dönemi de Avrupa'daki kültür, sanat, ekonomi ve hukuk düzenini çok etkilemişti. Yani kısaca 19.yüzyıl çok önemli bir yüzyıldır. 

Şimdi bu çalkantılı dönemler toplum hayatında ne gibi değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle güçlü bir orta sınıf ortaya çıkmış, burjuvazi güçlenmiştir. Ama ne pahasına. Vahşi kapitalizmin kuralları uygulanarak, aşırı sömürü ile sermaye birikimi sağlanmıştır. Ama bunun yanında toplumcu düşünceler ve akımlarda gelişmiştir. Bu arada milliyetçilik akımları da güç kazanmış, ulus devletler ortaya çıkmıştır. Toplum düzeninde ilk defa sivil mahkemeler bu dönemde faaliyete başlamıştır. Yani burjuva hukukunun ve idari yapısının kuralları hayata geçirilmiştir.

İşte Jane Austen bu dönemde yaşamış ve eserlerini vermiştir. Austen iyi bir eğitim almıştır. Öncelikle eserlerini mektup şeklinde yazmış, daha sonra romana çevirmiştir. Peki romanlarının özelliği nedir? Öncelikle İngiliz Romantik döneminin zirvesinde bir yazardır. Ancak kendine özgü bir gerçekçiliği de vardır. 

Austen'ın romanlarında ana karakterler genelde kadınlardır ve olaylar genellikle kadınların bakış açısından anlatılır. Kadın karakterler iyi evlilik yapmak amacındadırlar ve eserleri genellikle mutlu evlilik ile biter. Eserlerinde yükselmekte olan orta sınıfı ve toprak sahibi soyluları anlatır. Kitaplarında o dönemde yaşanan toplumsal olaylardan hiç bir iz yoktur. Sanki hiç yaşanmamıştır o olaylar. Yoksullar, çalışanlar, çocuklar yoktur kitaplarında. Savaşlarda yoktur. Tutku, heyecan, duygu da bulamazsınız. Peki diyeceksiniz, niye çok popüler bu kitaplar? İşte gücü buradan geliyor Austen'ın. Duygusuz ve yalın bir gerçekçilikle anlatıyor olayları. Dar bir çevrede yaşananları çok ayrıntılı anlatıyor. Diyalogları çok güçlü. Sivri dilli ve esprili ironik bir yazı şekli var. 

Romanlarındaki kahramanlar sürekli değişim içinde. Bu durumda eserlerinin güçlü yanlarından birisi. Yükselen kapitalist burjuvaziyi ve yaşadıkları ortamı çok iyi anlatmış. Eserlerinde sınıf farklılıklarını çok güzel anlatıyor. Kişiler kendi sınıfından olanlar ile evleniyorlar. Genel kural bu. 

Gelelim "Gurur ve Önyargı" isimli eserine. Austen'ın sağlığında üç kez basılmış. En önemli romanlarından birisi. Birçok filme ve diziye esin kaynağı olmuş. Halen de olmakta. Austen'in birçok romanı filme alınmıştır. Senaryo yazımına çok uygun eserler olduğu söylenir. 

Kitaptaki kızlar sürekli evlenmek istiyorlar. Düzenli gelir ve sosyal statü elde etmek için koca bulmaları çok önemli. Bu kitaptan o yıllarda kadınların miras hakkı olmadığını öğrendim. Eğer bir kişi erkek evlat bırakmamış ise, malı mülkü en yakın erkek akrabaya kalıyor. Ne kadar ilginç değil mi? Eğer bir kız evlenemezse ya dadı veya öğretmen oluyor. O dönemde bu meslekler alt seviyede olarak kabul edilmekte. İngiliz mürebbiyelerin ünü buradan gelse gerek. 

Kitaptaki Bayan Bennett edebiyatta ilk anne karakteri olarak yazılmış kişi olarak tanımlanıyor. Kitap ağırlıklı olarak Bayan Bennett'in kızı Elizabeth ile varlıklı ve soylu toprak sahibi Darcy arasındaki duygusal çatışmayı anlatıyor. Elizabeth'in ailesi taşralı ve soylu değil. Soyluluk ve servetten kaynaklanan "gurur" ile Elizabeth'in ailesinin soylu olmayışı karşısında beslediği "önyargı" romanın kahramanlarından Darcy'nin davranışını etkiler. Darcy karakteri ilginç bir karakterdir. Zengin oğlan, fakir kız geleneğinin ilk örneğidir bu. Bu tema daha sonra yüzlerce kitaba, filme ve diziye örnek olacaktır. İşte Jane Austen'e karşı ilginin hala çok yoğun olmasının nedenlerinden birisi budur. Ayrıca Elizabeth karakteride İngiliz edebiyatının en sevilen kadın karakterlerinden birisidir. 

Kitabı okurken sıkılmazsınız. Diyaloglar ve espriler çok iyi. Ama yine de biz erkeklerden ziyade kadınlara göre bir kitap. Kadınlarımız alınmasınlar ama gerçekçi düşünmek gerekirse durum böyle. Diğer Austen romanlarınında kendilerine göre farklılıkları olmasına karşın, ana temalarının yukarıda anlattığım gibi olduğunu söylüyorlar. Ben başka kitabını okumadım ama okuyan kadın dostlarımız memnun kalmışlar. Yine de benim ilgi alanımı çok çekmiyor. Daha gerçekçi ve toplumsal olaylara duyarlı kitapları tercih ederim. 
 


25 Kasım 2013 Pazartesi

Büyük Bach Neden Hoşlanırdı?

Klasik ve Barok müziğin büyük ustası Johann Sebastian Bach, çağlar ötesinden müziğe yön vermiş bir bestecidir. Çağında besteciliğinden çok org çalgıcılığı ve uzmanlığı ile tanınan Bach, asıl ününe XIX.yüzyıl ve sonrasında ulaşmıştır. Şimdi Bach ile ilgili ilginç bulduğum bazı özellikleri sizlerle paylaşacağım.

Öncelikle bir hikaye vardır, Bach'ın meşhur olmasında önemli katkıları olan Mendelsohn'un, Bach'ın ünlü eseri Matthias Passionunu kasap dükkanında tesadüfen bulduğu söylenir. Bir şehir efsanesi olan bu söylentinin aslı astarı yoktur. Bu passion bir akrabası tarafından verilmiştir Mandelsohn'a.

Bach müzikçi bir sülaleden geliyordu. Kendisinden 5 kuşak öncesine kadar müzikçi yetiştiren bir ailenin ferdiydi. Çocuklarından da ünlü müzikçiler çıkmıştır. Bach iki kez evlenmiştir. Birinci eşi uzaktan akrabasıdır. 36 yaşında vefat etmiştir. İkinci eşi Anna Magdalena da müzikçi bir aileden geliyordu. İkinci eşinin Bach'ın hayatında önemli bir yeri vardır. İki eşinden toplam 20 çocuğu olmuştur Bachın. Bu çocuklardan 10 tanesi yaşamamış, 10'u ise ileri yaşlara kadar gelmişlerdir. Bach her iki eşini de çok sevmiştir. Eşleri de onu çok sevmişlerdi. Özellikle ikinci eşi ile ilişkileri bambaşkaydı. Sarı karanfilleri çok seven Anna Magdalenaya bu çiçeği ve tohumlarını bulmak için uğraşmıştır. Kadınlarını çok seven Bach'ın son çocuğu 50 yaşında iken olmuştur. Besteleri yanında çocuklar konusunda da verimli bir insandır Bach (!).

Bach yemek yemeyi, özellikle hayvansal gıdaları tüketmeyi çok severdi. Ayrıca tütün ve alkol kullanmadan da hoşlanırdı. Özellikle şaraba karşı özel bir ilgisi vardı.

Bach'da müzik bir tutku idi. Gençliğinden itibaren ünlü bestecilerin eserlerini kopya ederdi. Çok zahmetli bir iş olan kopyalamayı hiç üşenmeden yapardı. Bu sayede o bestecilerin eserlerinden çok yararlanmıştır. En büyük sağlık sorunu olan görme problemini, gece sabaha kadar mum ve ay ışığında beste ve kopya yapmasına bağlayan görüşler mevcuttur.

Bach sıkı bir Lutheryandı. Tanrıya büyük bir sadakatle inanırdı. Ancak onun eserlerinde herhangi bir dinin, mezhebin izlerini bulamazsınız. O eserleri ile tanrıya ulaşmaya çalışırdı ama onun tanrısı herkesin inandığı tanrıydı. Ayrıca eserlerinde insanlığı da çok güzel anlatmıştır. Bach'ın müziğini evrensel yapan ögelerin başlıcaları bunlardır.

Bach'ın ikinci eşi Anna Magdalena'nın anılarında Bach'ın iki şeyi hiç sevmediğini öğreniyoruz. Birincisi Papa'ya tapanları (ifade kitapta bu şekilde geçmektedir)  yani katolikleri, ikincisi ise Türkleri. Kendisi sıkı bir Lutheryan olduğu için Papaya tapanları sevmemesini anlayabiliriz. Ama son çocuğu Johann Christian Bach, ki ünlü bir bestecidir, Bach'ın ölümünden sonra İtalya'da eğitim görürken katolikliği kabul etmiştir. O nedenle müzik dünyasında Katolik Bach olarak da adlandırılır. Eğer baba Bach sağlığında oğlunun katolik olduğunu öğrenseydi, herhalde kahrından ölürdü.

İkinci sevmediği kesimin Türk'ler olduğunu söylemiştim. Bu durum doğaldır. 1683 yılındaki İkinci Viyana Kuşatması ve XVIII. yüzyılda Osmanlılar ile yapılan savaşlar Avrupalıları çok etkilemişti. Viyana kuşatması sırasında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 120 adet mehter takımını Viyananın dışında 24 saat boyunca çaldırdığını düşündüğünüz zaman, ne kadar etkilendiklerini tahmin edebilirsiniz. Buna karşın Bach, ünlü eserlerinden "Kahve Kantatını", Türk kahvesinden esinlenerek bestelediğini burada eklemek istiyorum.

Laf Türklerin Avrupayı etkilemesine gelince bir kaç söz daha söylemeden geçemeyeceğim. Gerçekten de 18. yüzyılda Türk etkisi müzikte kendisini fazlasıyla göstermiştir. Bu durum klasik müzik çalgılarında görülebilir. Ayrıca çeşitli bestecilerin Türk ezgisini zaferi göstermek için eserlerinde kullandıklarını burada söylemek istiyorum. Yine Mozart'ın ölümsüz bestelerinden "Türk Marşı", tüm dünyada en sevilen eserlerden birisidir. Beethoven ve Haydn'da Türk ezgilerinden köken alan bazı marşları eserlerinde serpiştirmişlerdir. Aslında klasik müzikte Türk etkisi başlı başına bir konudur. Araştırmacıların ilgisini çekmesi ve bu konuda eserler vermeleri gerektiğine inanıyorum.

Yine gelelim Bach'a. Sevdikleri ve sevmedikleri ona kalsın, biz onu çok seviyoruz. Eserleri halen büyük bir zevkle dinlenmektedir. Yaptığı doğaçlama teknikleri, çağımızda caz, rock sanatçılarına bile esin kaynağı olmuştur.

Bach'ın seveceğinizi düşündüğüm eserlerinden bir demeti sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunun için aşağıdaki linki tıklayınız. Özellikle buraya aldığım Goldberg çeşitlemeleri çok güzel bir icra. Sıkılmadan sonuna kadar dinleyeceğinizi tahmin ediyorum.

Bach'ın eserlerinden bir demet. Lütfen tıklayınız....

23 Kasım 2013 Cumartesi

Ne Kadar İlginç Kişiliktir Mozart...

Tarihin gelmiş geçmiş en büyük bestecisi Mozart hakkında binlerce makale, kitap yazılmıştır. Tüm araştırmalara rağmen müziğinin gizemi hala çözülememiştir. Hayatının gizemini anlamak, duygulanımının hangi koşullarda oluştuğunu çözmek için birçok araştırma yapılmaktadır. Yüzyıllar boyunca her zaman bir numara olacağını düşündüğüm Mozart'ın gizemini çözmek için daha birçok makale ve kitap yazılacağına inanıyorum.

35 yaşında çok genç yaşta ölen Mozart, bu yaşta olgunluğunun doruğunda idi. Yine büyük besteci Haydn eğer bu yaşta vefat etse idi, kimse onu tanımayacaktı. Çünkü Haydn, en güzel eserlerini 35 yaşından sonra bestelemiştir.

Çok zeki ve kültürlü bir insan olan Mozart, kendi anadili olan Almanca'dan başka, Fransızca ve İtalyancayıda anadili gibi biliyor ve konuşabiliyordu. Ama çok duygusal bir adamdı Mozart, herkese sorardı "Beni seviyor musun" diye. Eğer birisi şakacıktan da olsa, "Hayır, sevmiyorum" dese, üzülür, bir köşeye çekilir, kahrederdi kendine.

Tüm eserlerinde yaşamın ta kendisini anlatan Mozart, müthiş bir duygusallık ile eserlerini bestelemiştir. 5 yaşında beste yapmaya başlayan Mozart, hayatının son günlerine kadar beste yapmaya devam etmiştir. En büyük eserlerinden birisi olan Requiem'in bazı bölümlerini piyanoda çaldığı zaman ağladığı söylenir.

Mozart'ın hayatına giren birçok kişi tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmamalarını onunla ilişkilerine borçludurlar. Öğrencisi Süssmayer, Requiem'in yazılmasına katkıda bulunduğu ve bu eseri tamamladığı için, tarihteki yerini almıştır. Mozart'ın arkadaşı Puchberg ona borç para verdiği için anılmaktadır. Mozart'ın Puchberg'e yazdığı mektuplar çok değerlidir.

Mozart'ı anlatırken Köchel'den bahsetmeden geçemeyeceğim. Asıl adı Lüdwig Ritter von Köchel olan bu müzikolog, yayıncı ve yazar, 19. yüzyılda Mozart'ın eserlerini sınıflandırmış ve yayınlamıştır. 626 adet ölümsüz eser besteleyen Mozart'ın eserleri Köchel'in adının baş harfi ile anılmaktadır (K-sayısı). Aslında büyük bir müzikolog olan Köchel'de bu sayede adını kalıcı bir şekilde tarihe yazdırmıştır.

Sağlığında Mozart, Haydn ile yakın arkadaştı. Haydn, Prens Esterhazy'nin yanından ayrıldıktan sonra, Londra'dan iş teklifi almıştır. O yıllarda İngiltere zengin bir ülkeydi. Oraya giden müzisyenler çok para kazanıyorlardı. Haydn Mozart'a Londra'ya birlikte gitmeyi teklif etmiş, ancak Mozart gitmemiş. Bunun nedeni tam bilinmiyor. Haydn Londra'ya yalnız gitmiş ve yaptığı besteler ile büyük bir başarı yakalamış. Onu onurlandırmak için anısına bir toplantı düzenlenmiş. Bu toplantı sırasında sunucu Haydn'ı salona takdim ederken 'çağımızın en büyük bestecisi' ifadesini kullanmış. Ancak Haydn bu sözü kabul etmeyerek, salona hitaben 'çağımızın en büyük bestecisi ben değilim, büyük Mozart'tır. O şimdi Viyana'da yaşıyor' demiş. Ama o anda Mozart yaşamıyordu ve kısa bir süre önce vefat etmişti. Haydn ise bu durumu bilmiyordu. Bu anektodu anlatan yazar, şöyle bir yorumda bulunmuştu. 'Londra'lı seyirciler, 15 yaşında ilken harika çocuk olarak alkışladıkları Mozart'ı şimdi hatırlamışlar mıdır acaba?'. Haydn vasiyetinde cenaze müziği olarak Mozart'ın Requiem'inin çalınmasını istemiştir.

Mozart hakkında sözlerime son verirken ünlü eseri Requiem'i iyi bir icradan dinlemeniz için linkini yazıyorum. Lütfen aşağıdaki ifadeyi tıklayınız.

Requiem, ne büyüksün sen Mozart...

20 Kasım 2013 Çarşamba

Camgöz Daha İnsanca Bakıyor-Kaputt Hakkında

Bildiğiniz gibi ikinci dünya harbi, tarihin gördüğü en büyük ve en çok tahribat yapan savaştır. Faşist Almanya dünyanın önemli bir kısmını kana bulamış, büyük felaketler yaşanmış, sınırların değişmesine neden olmuştur. Dünya da etkileri halen sürmektedir ve sürmeye devam edecektir.

İkinci dünya harbi ile ilgili yüzlerce kitap ve binlerce makale yazılmıştır. Gelecekte de yeni bilgilerin ışığı altında kitaplar, makaleler kaleme alınacak, filmler çevrilecektir. Bu konuda yazılan bir kitap olan Kaputt, halen güncelliğini büyük ölçüde koruyan bir kitaptır. Yirminci yüzyılın en önemli kitaplarından birisi olarak Kaputt hakkındaki düşüncelerimi aşağıda yazıyorum.

  1. Kitabın yazarı Curzio Malaparte çok ilginç bir hayat yaşamıştır. İyi bir eğitim almış, her iki dünya harbini de görmüş, siyasi akımların içinde yer almıştır. Gazeteci olarak çalışması onun birçok olayı direkt veya dolaylı olarak gözlemesini sağlamış.Yoğun bir şekilde edebiyatın içinde bulunduğundan dolayı hem edebi akımları ve hem de ünlü edebiyatçıları yakından tanıma fırsatını bulmuştur. Yazın üslubunu geliştiren en önemli faktörlerden birisi de budur.
  2. Kaputt ilginç bir edebiyat eseri. Tam bir roman denemez. Bir otobiyografi sanki. Ama bu otobiyografide yazar, tarihsel olayları, öyküler ile harmanlayarak akıcı bir dil ile yazmış. Daha çok roman kurgusu ile yazıldığı için roman olarak değerlendirmenin daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Aynı zamanda ikinci dünya harbini geniş bir perspektifle anlatan destan niteliğinde bir roman olarak da değerlendirilebilir.
  3. Malaparte kitabını savaşın içindeyken yazmış ve tamamlamış. Bu durum romanın en değerli yanı.Bire bir yorum katmadan yazmış romanı. Adeta bir gözlemci. Eğer fazlasıyla yorum katsa idi, romanın değeri düşebilirdi. Sıcağı sıcağına yaşanan olaylarda yapılan yorumlarda önemli hatalara düşülebilir. Yazarın tarihsel bilinci ve geniş kültürünün bu şekilde bir üslup kullanmasında faktör olduğunu düşünmekteyim.
  4. Kitaba genel olarak bakarsak, dili ve betimlemeleri çok güzel. Doğayı ve mekanı çok gerçekçi bir şekilde tasvir etmiş, sanki olayların içinde yaşıyorsunuz.
  5. Romanda geçen olayların bir kısmını tam gözlediğini zannetmiyorum. Dinlediklerini kaleme almış gibi. Bu durum doğal. Büyük bir yıkım olan ikinci dünya harbi, çok daha acı olayların geçtiği bir mekan. Önemli olan duyduklarını ve gözlediklerini değerlendirip, gelecek kuşaklara aktarabilmek.
  6. Romanda semboller üzerinden anlatım çok önemli. Bu semboller kitabın omurgasını oluşturuyor ve çok güzel kullanılmış. Örnek vermek gerekirse, atlar, köpekler, fareler, kuşlar, ren geyikleri, sinekler, somon balıkları, kan, gözler, ölüler. Ayrıca eller üzerinde yaptığı yorumlar çok güzel ve anlamlı. Yine ölü atların kokusu ile tahrip olmuş demir ve çeliğin, makinenin kokusunu anlatması şaheser bir benzetme. Ölüleri anlatması da çok ilginç.Hiçbir kitapta rastlamadığım benzetmeler var.
  7. Roman aslında harbin genel bir panoraması. Örneğin işçiler ile köylüleri karşılaştırması çok güzel. Köylülüğün kaypak yönünü anlatmış. Harpte işçilerin çok daha vatansever ve cesur davrandığını söylemiş. Bu durum yapılan araştırmalarda da belirlenmiştir. Harp sırasında kaçanlar ve korkanlar daha çok köylüler arasından çıkmakta. Şehirden gelenler daha iyi savaşıyor.
  8. Kitapta esir işçilerin nasıl kullanıldığını ve diğer ülkelerin askeri bakımdan Almanya’ya verdikleri destek de anlatılıyor. Gerçekten de alman faşistleri, tüm Avrupa’nın ekonomik ve askeri imkanlarını kullanarak ilk sosyalist devlet olan Sovyetler Birliğine saldırmıştır. Emperyalist ülkeler bu kırıma uzun süre seslerini çıkarmamışlar, sadece mevzi savaşları ile yetinmişlerdir. Ama sonuçta kazanan halklar olmuştur. Romanda halkları somon balığına benzetmesi çok güzel.
  9. Kitapta o zamanki kokuşmuş burjuvaları da çok güzel anlatıyor. İnsanlar açlıktan kırılırken, onların zevk ve sefa içinde yaşamaları dikkat çekici. Kitapta ilginç karakterlerden birisi Kont Ciano, Mussolinin damadı. Aslında Malaparte’yi hapisten kurtaran adam. O zamanların ilginç bir kişiliği. Yalnız tuttuğu günlükler gerçek bir belge niteliğinde. O dönemi anlatan bir çok yazar, Ciano’nun ve Goebbels’in günlüklerine başvurmuştur.

19 Kasım 2013 Salı

Düğünlerdeki Orkestra Terörüne Son!

Hafta sonu sevdiğimiz bir arkadaşın düğününe gittim. Uzun zamandır Ankara'da gittiğimiz düğünler gerçek bir ızdırap halini aldı. Neden mi, anlatayım.

Evlenmeye karar veren gençlerimiz, heyecan ve mutluluk ile hazırlıklarını yapıyorlar. Ebeveynler dişlerinden, tırnaklarından artırdıkları ile çocuklarının mutluluklarına ortak olmak, onları desteklemek istiyorlar. Tabi bu mutlu günlerini eşleri dostları yakın akrabaları ile taçlandırmak için düğün yapmaya karar veriyorlar. Düğünü ya kendileri organize ediyorlar veya bir şirkete veriyorlar. Düğünün yapılacağı salona, ikrama ve müzik sistemine göre maliyet belirleniyor. Aileler en iyisini yapmak için, masraftan kaçınmıyorlar. Sonuç ne oluyor, belki onlar mutluluklarından hiçbir şeyi görmüyorlar veya görmek istemiyorlar ama davetliler için düğünün yapıldığı saatler gerçek bir ızdırap  ve işkence saatleri oluyor. Dikkat ediyorum, daha düğünün ortasında salon yarı yarıya boşalıyor. Bu olumsuzluğun en önemli nedeni orkestra ve çalınan müzik oluyor. İstisnasız hemen her düğünde aynı manzara ile karşılaşıyoruz.

Orkestralar profesyonel gözükmelerine karşın, tam amatörler. Yüksek volümlü hoparlör koyarak salonu tam bir gürültü bombardımanına tutuyorlar. Çalınan müzik ve sözler kesinlikle anlaşılmıyor. Belli ki orkestra hiç prova yapmadan sahneye çıkmış. Hele bir de çok konuşan bir solist varsa yandınız. Bayat esprileri yüksek volümle adeta bağırarak söylediği için, kulaklarınız iyice harap oluyor. Hani dayanamayıp uyarırsanız, suratları asılıyor, müziklerinin çok güzel olduğunu söyleyip sizi şap gibi oturtuyorlar. Yahu insan önceden gelir, salonu kontrol eder, akustiğine bakar, hoparlörlerini ayarlar, ondan sonra müzik yapar. Niye insanlara işkence çektiriyorsunuz?

Hele bir de davul modası çıktı. Bir bakıyorsunuz birisi boynuna davul takmış, habire vuruyor. Orkestranın sesine bir de davul sesi katılınca seyreyleyin gümbürtüyü. Davulcu pistte dolaşıyor, oynayanların arasında davulunu daha kuvvetli vuruyor, bahşiş almak için şahısların gözlerini ve kulaklarını oyuyor. Kardeşim belki de adamın parası yok, niye ısrar edip duruyorsun?

Düğünde oluşan gürültüden dolayı birçok insanın ciddi kulak rahatsızlığı yaşadıklarını tahmin ediyorum. Gençlere tavsiyem, eğer düğün yapacaksanız, müziğe çok dikkat ediniz. Her şeyden önce önemli. ve kalıcı bir hatıra bırakmak ve kişilerin kulaklarını kurtarmak istiyorsanız, orkestra ile önceden iyice konuşun, hatta müziğini dinleyin. Mutlaka profesyonel bir müzikçiden danışmanlık alın. Düğün salonunun yetkilileri ile konuşarak salonun akustiğine uygun hoparlör yerleşimi yaptırın. Bir solist ve yanına elektronik org çalan kimse müzik açısından bir seçenek olabilir. Aklı başında diskjokey'le anlaşarak müziği CD'lerden çalabilirsiniz. Daha büyük orkestra ile anlaşarak, canlı müzik yapmak istemeniz anlayışla karşılanabilir. Ama bu anlamda gösteriş yapmaya gerek yok. Çok meşhur bir orkestra olsa bile müziğin kalitesini, çalınacak eserleri ve akustik konusunu sıkı sıkıya konuşun. Hatta sözleşme yapın ve bu açıdan özel madde koydurun.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Carl Orff'un İhaneti

Neredeyse adet haline geldi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası hemen her sezon Carl Orff’un eseri olan Carmina Burana’yı programına alıyor. Yaptığım küçük bir araştırma sonucunda bu eserin tüm dünyada en çok sahnelendiği ülkelerden birisinin Türkiye olduğunu öğrendim. Müzik repertuvarında çok daha değerli eserler olmasına rağmen, Carmina Burana’ya olan bu ilgi beni çok şaşırttı.

1936-1937 yıllarında yazılan ve sahneye konan bu eserin dönemi Hitler faşizminin azgınlaştığı dönemlere rastlamaktadır. Bazı eleştirmenlere göre Hitleri yüceltmek için bestelendiği ileri sürülen bu eserin Türkiye’de bu kadar fazla benimsenmesinin nedenlerini düşündüm. Basit ve söze ağırlık veren bu eser, vurmalı çalgıların yoğun kullanılması nedeniyle izleyicilerin ilgisini çekiyor olabilir. Ancak benim aşağıda anlatacağım olaylar dizisi okunduğu zaman, Carl Orff’a bu kadar ilgi göstermek, faşizme karşı savaşan kişilerin kemiklerini sızlatmayacak mı?

Carl Orff’un önemli bir Hitler ve Nazi sempatizanı olduğunu birçok tarih kitabı yazmaktadır. Hitler ve şürekası bu besteciyi kendi kirli emellerini gizlemek için propaganda amacıyla kullanmış, Carl Orff’ta Nazi rejiminin nimetlerinden faydalanmak için bu rolü fazlasıyla benimsemiştir. Ancak Münih’te “Beyaz Gül” hareketindeki dolaylı rolü, Carl Orff’u tarihte mahkum etmiştir. Nedir bu Beyaz Gül hareketi? Anlatalım.

Bilindiği gibi Nazi rejimi iktidara geldikten sonra Almanya’da yoğun bir baskı politikası uygulamış, tüm muhalefeti sindirmiştir. Rejimin bu baskıdaki büyük silahı tarihin gelmiş geçmiş en acımasız polis örgütü olan Gestapo’dur. Ancak Gestaponun tüm baskı ve sindirme politikasına rağmen bazı yürekli kişiler ve örgütler Nazilere karşı eylemler düzenlemişlerdir. Münih’te üniversite çevrelerinde faaliyet gösteren Nazi karşıtı “Beyaz Gül” hareketi bu gruplardan birisidir. Nazilere karşı bildiri dağıtıp, duvarlara “Hitler, defol!” yazısı yazan bu grup, 19 Şubat 1943 tarihinde Münih’te bir öğrenci gösterisine önayak olmuştur. Bilindiği gibi o yıllarda bu tür eylemler büyük cesaret isterdi. Bu eylem sırasında birisi kız, birisi erkek iki kardeşi üniversitenin penceresinden bildiri atarken tanıyan Nazi partisi üyesi bir hademenin ihbarı sonucunda Gestapo “Beyaz Gül” hareketi üyelerini tutukladı. Yaptıkları sözde mahkeme sonucunda, tıp öğrencileri Christoph Probst, Hans Scholl, Alexander Schmorell, Willi Graf, felsefe öğrencisi Sophie Scholl idama mahkum oldu. Bu yürekli antifaşist kahramanlar kafaları kesilerek idam edildiler. Ayrıca felsefe profesörü Kurt Huber’de bu eylemler nedeniyle idama mahkum edildi. İşte Kurt Huber, Carl Orff’un çok yakın arkadaşıydı. Tabiri caizse kankasıydı.

Huber idama mahkum olunca karısı Carl Orff’a başvurarak yalvarmış. Naziler nezdinde ki itibarını kullanarak kocasını idamdan kurtarmaya çalışmıştır. Ancak Carl Orff, Huber ile olan yakınlığının ortaya çıkması nedeniyle tüm ayrıcalıklarını yitireceğinden çekinmiş ve bu isteği geri çevirmiştir. Kurt Huber’de başı kesilerek idam edilmiş.

Carl Orff’un günahı burada da bitmemiştir. Savaştan sonra yazarlık parasının kesileceği kaygısı ile “Beyaz Gül” örgütü üyesi ve Nazi karşıtı direnişçi olduğunu ileri sürmüştür. Ama bu durumun külliyen yalan olduğu birçok kaynak tarafından bildirilmiş ve foyası açığa çıkarılmıştır. Carl Orff yıllar sonra suçluluk duygusuyla ölmüş olan arkadaşı Huber’e açık mektup yazarak bağışlanmasını dileyecektir.

İşte Carmina Burana’nın bestecisi Carl Orff böyle bir adamdır. Bu eser her çaldığında “Beyaz Gül” hareketinin dördü tıp, birisi felsefe öğrencisi, birisi de profesör olan üyeleri aklıma gelir. İçimi bir hüzün kaplar ve hemen bu eseri dinlemekten uzaklaşırım. Temennim ülkemiz müzik çevrelerinin ve izleyicilerinin aynı duyarlılığı göstermeleri, faşizme karşı savaşta ölen bu kahraman özgürlük şehitleri için taziyede bulunmalarıdır.

Kaynaklar:

1. Gestapo (Doğuşu-Yükseliş ve Çöküşü). Jacgues Delarue, Asur Yayınları, İstanbul, 2011,
2. Carl Orff, Vikipedi, Özgür Ansiklopedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Carl_Orff