28 Şubat 2014 Cuma

Müzik Yaşamımızın Vazgeçilmezi mi?

Geçtiğimiz cumartesi günü eşimle sabah kahvaltısı yaparken, birdenbire "Hadi" dedim "Bu akşam Berlin Filarmoni Orkestrası Brahms çalacak. Gidip dinleyelim". Eşim şaşkınlıkla yüzüme baktı. O günkü randevulu hastalara bakacağım, vize alacağız, bilet bulacağız, akşam da konseri izleyeceğiz. Hiç olacak iş miydi bu? Bir anda bütün bunların aklından geçtiğini hissettim. Gülerek şaka yaptığımı söyledim ona, ama bu akşam gerçekten de konseri izleyeceğimizi ekledim.

Akşam oldu, bilgisayardan Berlin Filarmoni Orkestrasının web sitesinde bulunan "Digital Concert Hall" bölümünü açtım. Konser saati gelince web sitesinden canlı yayın başladı. Şef Simon Rattle yönetimindeki orkestradan tüm ihtişamıyla izledik konseri. Güzel ve romantik bir akşam oldu bizim için.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Kaos Güzellikler Doğurur mu?

Bugün büyük besteci Joseph Haydn'ın Yaratılış Oratoryosundan kaos bölümünü, karizmatik Şef Simon Rattle'ın yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrasından dinledim. Yaratılış Oratoryosu müzik dünyasının en ünlü eserlerinden birisidir. Aslında düzen ve form aşığı Haydn, evrende oluşan gerilimi, yani hiçlik ile varoluş arasındaki gerilimi kaos bölümüyle çok güzel anlatmıştır bu eserinde. Bu bölüm oratoryonun giriş bölümüdür. İlerleyen bölümlerde evrenin yaradılışı günlere bölünerek anlatılır. Altıncı gün canlılar ve en son insan yaratılır. İnsanın en güzel nitelikleri olan güzel, güçlü, cesur olma vb. özelliklerinden bahseder bu bölümde. Son bölümde el ele gezen insan çiftine işaret eder. Birbirlerine aşklarını söylemektedirler dolaşırken. Ama o sıra bir uyarı gelir insana. Sahip olduklarından daha fazla şey istememelerini ve bilmemelerini ister son bölümde. Bu ünlü eserin kaos bölümünü dinlemeyi arzu ederseniz tıklayınız...

21 Şubat 2014 Cuma

Haydn'ın Türk Senfonisi Var mı?

Klasik müzikte senfoninin babası olarak anılan Joseph Haydn'ın ünlü 100 Numaralı senfonisinin, yani yaygın adıyla bilinen Military (Askeri) Senfoninin asıl isminin "Sinfonia in Turcica" (Türk Tarzı Senfoni) olduğunu öğrendim.

Aktüze'den okuduğuma göre bu ünlü senfoninin el yazması kopyalarında ismi "Sinfonia in Turcica" olarak yazılıyormuş. Ancak 1799 yılında Andre isimli birisi tarafından Grande Sinfonie Militaire (Büyük Askeri Senfoni) olarak basıldıktan sonra ismi Military Senfoni olarak kalmış. Yine aynı tarihlerde Pieyel isimli birisi bu eseri Symphonie Turque a Grand Orchestre (Büyük Orkestra için Türk Senfonisi) olarak basmış. Daha sonraları "Military" adı daha çok kabul gördüğü için bu şekilde adlandırılmış. Yani Haydn'ın isimlendirmede bir rolü yok. O zamanlar kafasında Türk Senfonisi olarak adlandırmak var mıydı, bilemiyorum.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Şarkının Kanatlarında-Felix Mendelssohn


Romantik dönemin büyük bestecisi, Müzikte Tarih Bilinci'nin en önemli temsilcisi Felix Mendelssohn'dan bahsedeceğim biraz. Dünyada en çok çalınan Chopin'in Cenaze Marşı yanında ikinci eser olan Düğün Marşının bestecisidir Mendelssohn. Müziğin her türünde beste yapmıştır. Dört dil bilen ve geniş bir kültürü olan Mandelssohn, tıpkı Mozart gibi çocuk yaşta müzikle ilgilenmeye başlamıştır. Yani o da bir harika çocuktur. 11 yaşında lied bestelemiştir. Hayat hikayesine girmeden önce ünlü Alman şairi Heinrich Heine'nin bir şiirini yazıyorum altta.

14 Şubat 2014 Cuma

Bekle Beni & Bekleyeceğim Seni

Bugün sevgililer günü. Tüm dünyada büyük coşku ile kutlanıyor. Bazı kesimlerde bu güne dair itirazlar olmasına karşın, sevgi ve sevgiliyi hatırlatması açısından güzel bir uygulama. Kadın olsun, erkek olsun, her cinste de sevginin, aşkın, sevgilinin önemi büyüktür. Özel bir günde bile olsa, sevgili tarafından onurlandırılmak, mutluluk verici bir olaydır.

Bugün iki ünlü yazarın aşkı ve sevgiyi anlatan şiirinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan birisi Sovyetler Birliği döneminin ünlü yazarı Konstantin Simonov'un savaş sırasında yazdığı şiir. Aşağıda yazıyorum;

BEKLE BENİ

Bekle beni, döneceğim ben.
Çok çok, bıkmadan bekle!
Sarı yağmurların
Hüznü basınca,
Kar kasıp kavururken,
Kızgın sıcaklarda - bekle.
Uzak yerlerden mektuplar kesilince
Bekle beni.
Birlikte bekleyenlerin beklemekten
Usandığına bakma, bekle.
Bekle beni, döneceğim.

Unutmak zamanı geldiğini
Ezbere bilenleri
Hayırla anma!
Varsın oğlum, anam
Hayatta olmadığıma inansın,
Dostlarım beklemekten usansın,
Ocak başında toplanıp
Acı şarapla
Yadetsinler beni.
Sen bekle. Onlarla birlikte
İçmekte acele etme.

Bekle beni; döneceğim,
Bütün ölümleri çatlatmak için döneceğim!
"Şansı varmış..." desinler,
Beklemedikleri için,
Beni bekleyerek
Düşman ateşinden nasıl
Koruduğunu anlayamazlar.
Sağ kalışımın sırrını yalnız
Senle ben bileceğiz-
Bütün sır -senin
Başkalarının bilmediği gibi beklemeyi bilmende.

Konstantin Mihavloviç Simonov

"Bekle Beni" şiirini yazan Konstantin Simonov, Sovyetler Birliği döneminin en ünlü yazarlarındandır. Yazdığı kitaplar bugün ikinci dünya harbini anlatan en güzel kitaplardandır. Özellikle "Günler ve Geceler" kitabı beni çok etkilemişti. Stalingrad savaşı içinde yeşeren bir aşkı, savaşın tüm dehşeti içinde çok güzel anlatmıştır bu kitapta. Ayrıca Stalingrad'da çekilen acıları da çok güzel vurgulamıştır. Özellikle tavsiye ediyorum.

Simonov, 2. Dünya Savaşındaki meşhur Stalingrad savunması sırasında bu şiiri yazmış. 1943 yılında evlendiği Valentina Serova için yazmış bu şiiri. İlk kez onu Moskova'da bir tren istasyonunda görmüş ve deliler gibi aşık olmuş. Serova o zamanlar 21 yaşında ve Rus sinemasında yeni yeni tanınmaya başlayan ve gelecek vadeden bir aktris. Çok güzel bir kadın. Simonov o zamanlarda da tanınan bir yazar ve gazeteci. Savaşın en şiddetli döneminde gazetesi onu savaş muhabiri olarak cepheye gönderiyor. Stalingrad savaşı tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birisidir. Tabir caizse "savaşların anasıdır". Simonov burada ön cephelere kadar giderek röportaj yapıyor ve savaş ile ilgili izlenimler yazıyor. Tabi bu çok riskli bir görev. Zaten o dönemde de birçok gazeteci cephede ölmüştür. Bu durumu romanlarında çok güzel anlatır Simonov. Hayatı pamuk ipliği ile bağlı iken, cephede savaşan tüm askerler gibi sevdiğinin özlemiyle yanıp tutuşuyor. Yukarıda bahsedilen şiiri sevgilisine duyduğu özlemin ateşiyle yazıyor. Üstelik bu şiiri Alman uçaklarının kol gezdiği ve sürekli şehri bombaladıkları bir atmosfer altında yazmıştır. Yani aşka en uzak olması gereken yerde.

Simonov şiiri izne giden bir askerle sevgilisine gönderiyor. Asker şiiri Simonov'un çalıştığı gazeteye götürüyor ve gazete de şiiri beğenerek yayımlıyor. Daha sonra ağızdan ağza yayılarak bir çok şarkıya güfte oluyor. Tabi o dönemde haberleşme olanakları çok kısıtlı. Cephede çarpışanlar uzun süre mektup alabilme olanağından yoksunlar. Şiirden bestelenen şarkılar çok popüler oluyor. Simonov mektubunun akıbetinin ne olduğunu bilmeden, bir gün cephede şiirinin bestelenmiş halini bir askerin ağzından duyarak yayınlandığından haberdar oluyor.

Simonov'un belli başlı kitapları arasında Albayın Aşkı, Savaşsız Yirmi Gün, Günler ve Geceler, Savaş Günleri, İnsan Asker Doğmaz ve Silah Arkadaşları gibi kitaplar sayılabilir. Bu kitaplar Türkçe'ye çevrilmiştir. İnsan Asker Doğmaz kitabı bir üçlemedir ve destan gibi savaşı anlatır. Eğer 2. Dünya Harbine meraklıysanız bu kitapları mutlaka tavsiye ederim.

Simonov çok prestijli bir görev olan Sovyet Yazarlar Birliği Başkanlığı da yapmıştır. Türkiye de dahil birçok ülkeyi ziyaret etmiştir.

Şimdi gelelim ikinci şiire. Bu şiirde ünlü Alman yazarı Bertolt Brech'te aittir. A.Bezirci tarafından Türkçe'ye kazandırılan bu şiiri de aşağıda yazıyorum.

BEKLEYECEĞİM SENİ

Savaşa gitmek mi istersin, git asker,
Gidenin bir daha gelmediği
Kanlı, kuduran savaşa.
Burda olacağım geri dönersen,
Yeşeren karaağaçlar altında bekleyeceğim seni,
Bekleyeceğim çıplak ağaclar altında,
Dönünceye dek en son asker,
Bekleyeceğim seni daha da çok.

Sen geri gelince savaştan
Göremeyeceksin kapıda başka bir çizme.
Yanımdaki yastık hep boş kalacak.
Dokunmamış olacak dudağıma başka dudak.
Bıraktığım gibi diyeceksin her şey,
Sen geri gelince savaştan,
Sen geri gelince.

(Çev: A. Bezirci)

Bertolt Brecht

Brecht, 20. yüzyılın en etkili Alman şair, tiyatro yönetmeni ve oyun yazarıdır.  Daha lisedeyken "Anavatan için ölmek hoş ve onurludur" sözü yalnızca boş kafalıların rağbet ettiği bir propaganda sloganıdır" diye savaşa karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Bertolt Brecht hakkında söylenecek çok şey var. Özellikle tiyatroda devrim niteliğinde yaptığı birçok uygulamaya imza atmıştır. Nazilerin hışmına uğrayan ilk sanatçılar arasındandır. Çok renkli bir hayat sürmüş, çok sayıda kadınla ilişki kurmuştur. Toplumcu yönü yanında, sevgiyi ve sevgiliyi bilen bir yazardır. Her biri birer başyapıt niteliğinde olan tiyatro oyunları yanında 2300 civarında şiir yazmıştır. Nispeten genç yaşta kalp krizinden ölmüştür. İleride bir yazımda Brecht ve sanatından daha ayrıntılı olarak söz edeceğim.

İşte sevgililer gününü iki toplumcu yazarın şiirleri ile andık. Bu şiirler sevgi ve aşkı anlatmaları yanında, savaş karşıtı olmaları açısından da çok önemlidirler. Şimdiye kadar yazılmış aşk şiirlerinin en başında gelmektedirler. 

12 Şubat 2014 Çarşamba

Ölmek İstemeyen Büyük İnsan

Kimdir ölmek istemeyen büyük insan? Ölümsüzlüğü arayan kişi kimdir? Yakın dostu Enkidu ile birlikte yollara düşerek birçok macera yaşayan Gılgamıştan bahsediyorum tabi. Hani okullarımızda üstünkörü geçilen, insanlık tarihindeki büyük önemi hiçbir zaman tam olarak anlatılmayan Gılgamış Destanı. Halbuki alınacak çok ders var bu destandan. Gönül isterdi ki özellikle lisedeki gençlerimize abuk subuk birçok konu okutacaklarına, Gılgamış Destanını adamakıllı okutup, üzerinde tartışmalar yapılsa ne güzel olurdu. Hadi gelin biraz Gılgamışdan ve insanlığa hediyelerinden bahsedelim.

Bildiğiniz gibi batı edebiyatının temelini oluşturan İlyada ve Odesa destanı en az 2750 yıldan beri bilinmektedir. Ama Gılgamış Destanının, 19.yüzyılda yapılan arkeolojik keşifler sırasında elde edilen tabletlerin çözümlenmesi sonucunda varlığından haberdar olunmuştur. Mezopotamya'da bulunan değişik dönemlere ait tabletlerde rastlanan Gılgamış destanına ilişkin buluntular bir araya getirilerek tamamı çözümlenmeye çalışılmıştır. Tüm çabalara karşın destanın ancak yaklaşık 2/3'ne ulaşıldığı düşünülmektedir. Ulaşılan bölümler incelendiği zaman insanlık kültür tarihini derinden etkileyen büyük bir eser ile karşı karşıya kalındığı saptanmıştır.

Peki destanın tarihi ne zamandan başlamaktadır? Günümüzden yaklaşık 4700 yıl önce izlerine rastlanmaktadır Gılgamışın. Bilinen en eski edebi metindir. Eski Mezopotamyanın en eski ve gelişmiş devletini kurana Sümerlerin efsanesidir Gılgamış. Yazıcısı tam bilinmiyor ama Sümerlerden sonra gelen tüm halklar ve devletler benimsemişler ve yaşatmışlar bu destanı. Tabletlere kopya ederek daha sonraki kuşaklara aktarmışlardır. İşte günümüzde yayınlanan destanın tamamı, bu tabletlerden elde edilen parçaların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.

Mezopotamya uygarlıkları üzerine tüm ömrünü vermiş büyük bilim adamı Jean Bottero'nun Gılgamış Destanı başlıklı kitabını Orhan Suda güzel bir Türkçe ile çevirmiştir. Bu kitabın giriş bölümünde Bottero'nun destan ile ilgili bir düşüncesini aktarmak istiyorum. Aynen şöyle yazıyor Bottero; "Ölmek istemeyen bir büyük insanın olağanüstü serüvenlerinde, önce kendi kişisel hayatımız açısından, hepimizi bekleyen ölümcül kadere razı olmayı göze almamızı değilse bile, en azından onunla uzlaşmamızı sağlayan bir uyaran keşfediyoruz; Bize örnek oluyor o, çünkü bu arada, kendi içinde yeterince umut veren bir varoluş bırakıyor bize."

Yine büyük düşünce adamımız Orhan Hançerlioğlu ise Gılgamışı "Tanrılara Kafa Tutan Kral" olarak değerlendiriyor. Destanın, temel düşünce olarak doğanın sırlarını bilmek isteyen insanın araştırıcı çabasını işlediğini ve tanrılara kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirttiğini söylüyor Hançerlioğlu. İnsan, karşısına çıkacak doğa engellerini yenip aşarak kendi yolunu yaratacaktır. İnsanın kendi yolunu açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan bile gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir. Tanrılar ve doğa, insana her gün biraz daha yenilecek ve sırlarını her gün biraz daha kaptıracaktır. Tanrılar, insana yardım etmemekte, tersine, güçlükler çıkartmaktadır. İnsan bu güçlükleri kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka özelliği de, insanın inançla değil, bilgiyle davranması gerektiğini belirtmesidir.

Hançerlioğlu'nun değerlendirmesi bu şekilde. Ama gerçekten de insanlık MÖ 3-4. yüzyıldan ta Rönesansa kadar büyük bir karanlık içinde kalmıştır. Çok az büyük buluş gerçekleşmiş, insanın yaşam standardı aynı kalmıştır. Bu tarihler arasında hep ne vardır? Savaşlar ve yıkımlar. İnsan, "neden" ve "niçin" sorusunu sorup, skolastik düşünceden uzaklaştığı zaman büyük atılımlar gerçekleştirmiş, yaşam standardı yükselmiş, günümüzdeki medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Halbuki Gılgamış bize binlerce yıl öncesinden doğru yolu göstermişti. Çünkü Gılgamış, Babil'lerin deyimi ile "her şeyi görüp bilen" kişiydi. Bilmek ve anlamak onun en önemli insani niteliğiydi.

Gılgamış, İlyada ve Odesayı da etkilemişti. Bu destanın keşfedilmesiyle tarihte Herkül ve Tufan öyküsü gibi birçok mitin kaynağına da ulaşılmış bulunuyordu.

Gılgamış'tan dostluk üzerine bir bölümü aşağıda yazıyorum;
        ....
Önden giden
   Kurtarır arkadaşını!
Ve yolları bilen 
   Korur arkadaşını!
        ...
Daha bunun gibi birçok güzel düşünce ve mısra var destanda. Sıkılmadan, zaman zaman düşünerek okuyorsunuz destanı. Eğer meraklıysanız insanlık tarihine, mutlaka okumanızı tavsiye edeceğim Gılgamış Destanını. Çok güzel bir tercüme ve sunumla yazılmış bir kitap bu. Yine Bottero'dan bir cümle ile bitireceğim yazımı; "...Bu ölümsüz şaheserin, bu muhteşem ve zengin harabenin okunması, en uzak atalarımızın uzaktan uzağa fark edilen arkaik ahalisinin ruhunu duyumsatır bize".

Kaynaklar:

  1. Gılgamış Destanı. Jean Bottero. Çeviren Orhan Suda. YKY yayınları. 5. Baskı, 2013
  2. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu. Remzi Kitabevi. 19. Basım 2012

9 Şubat 2014 Pazar

İnsan Bitiyordu Topraktan

Emile Zola'nın ünlü eseri Germinal'dan aldım bu cümleyi. Yine kitaptan devam edelim; "...Toprak ananın verimli bağrından yaşam fışkırıyor, tomurcuklar çatlayıp yeşil yaprak halini alıyor, tarlalar başvermek için sabırsızlanan tohumların itişiyle ürperiyordu. Tohumlar şişiyor, çatlıyor, ısıya ve ışığa kavuşmak üzere toprağı yarıp dışarı fırlıyordu. Özsuyu büyük bir coşkunluk içinde hışır hışır yükseliyor, çatlayan tomurcukların sesi yeryüzünü kaplayan bitmez tükenmez bir öpücük halinde uzayıp gidiyordu...". "...İnsan bitiyordu topraktan, gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen, pek yakında yerküreyi sarsarak başverecek olan...".

Yaklaşık 140 yıl önce yazılmış bu ünlü eser, sanki geleceğin habercisi. Sınıf mücadelesini gerçekçi ve keskin bir şekilde anlatan bu kitap, kendisinden sonra gelen birçok yazarı etkilemiştir. Gerçekten de 20.yüzyıl çok acılı bir yüzyıl olmuştur. Sınıf mücadelesi daha da keskinleşmiş, büyük savaşlar ve kırımlar görülmüş, ama kitlelerin mücadelesi hiç bitmemiştir daha iyi bir yaşama sahip olmak için. Bu mücadeleler birçok kazanımları da beraberinde getirmiştir. Özellikle demokratik hak ve özgürlükler anlamında. Yaşam standardındaki yükselmenin, gelişmenin ve kalkınmanın vazgeçilmez bileşenidir özgürlükler. Bu özgürlükleri kısıtlamaya kalkan birçok yönetim ve kişi tarihin çöp tenekesine atılmıştır. Önemli bir kısmı hiç hatırlanmamakta, bir kısmı ise lanetle anılmaktadır.

Bizim yaşımız geçti, ama gençlerimiz var. Topraktaki bir tohum gibi besleyip yetiştirdiğimiz gençler. Onların kuşağı daha küresel, daha dünyaya açıklar. İnternet çağının çocuklarıdır onlar. İletişimin öneminin bizden daha çok farkındalar. Düşünceyi ifade etmenin, yaymanın önüne sınır koyamazsınız. Bu evrensel bir haktır. En önemli insan hakkıdır ifade özgürlüğü. Kalkınmanın da en önemli göstergesidir düşünce üretmek ve yaymak. Gençlerimiz başkalarının sandığının aksine çok duyarlıdırlar ülkemize ve insan haklarına. Güveniyorum gençlerimize. Yeryüzünü sarsacak gerçek güç onlardır.

Dikkat ediyor musunuz, günün kargaşası içinde felsefeden ne kadar uzaklaşıyoruz. Ne kadar da doğal geliyor kısır tartışmalar bize. Bir incir çekirdeğini doldurmayan konular ile uğraşıyor insanlar. Emile Zola'nın Dreyfus davası için yazdığı ünlü makalenin başlığı neydi, hatırlatayım: "J'Accuse...!". Türkçesi "Suçluyorum...!". Bu ünlü mektubu ile Fransayı yerinden oynatmıştır Zola. Eşitlik, özgürlük ve insan haklarının en önemli belgelerindendir bu mektup.

Germinal'ı okumanızı tavsiye edeceğim. Sürükleyici bir dil ile yazılmış bu kitaba başladığınız zaman hiç bırakamazsınız. Bitirdiğiniz zaman uzun zaman tesirinden kurtulamazsınız bu kitabın. Geçmişte okumuş olanlarında tekrar okumalarında fayda var.