Geçtiğimiz akşam harika bir film izledim. Aslında daha önce yarısını izlemiştim. Bu sefer başından itibaren seyrettim. "Öldürme Zamanı". İngilizce adı "A Time to Kill". Ünlü rejisör Joel Schumacher'in filmi. Konusu John Grisham'ın bir kitabından alınmış. İsmine bakıp ta bir cinayet ve gerilim filmi olduğunu zannetmeyin. Amerika'nın güneyinde hala süren ırkçılığı konu alan ve işleyen bir film. Aktörleri birinci sınıf, Reji ve görüntüler harika. Diyaloglar nefis. Hiç sıkılmadan izliyorsunuz filmi. En sonunda da durup düşünüyorsunuz. Eğer sanığın yerinde olsaydınız ne yapardınız diye.
Her sabah yeni bir günün başlangıcıdır. Günlerin getirdiklerini, yaşadıklarınızı, düşündüklerinizi not etmek, paylaşmak, bir sorumluluk gereğidir. İşte okuyacaklarınız bunlardır. Kendiliğinden gelen yazılardır bunlar...
17 Aralık 2014 Çarşamba
7 Aralık 2014 Pazar
Brandenburg Konçertolarının Öyküsünü Bilir misiniz?
Tarihin gelmiş geçmiş en büyük bestecisi olan Johann Sebastian Bach'ın müziği, konser salonlarının en çok çalınan eserlerinin başında gelmektedir. Barok müziğin doruğunda yer alan Bach, eserleriyle kendisinden sonra gelen birçok besteciyi etkilemiştir. Onun en sevilen eserlerinin başında Brandenburg Konçertoları gelmektedir. Milyonlarca insanın dinlemekten büyük zevk aldığı bu konçertolar o kadar ünlüdür ki, bazı rock topluluklarına bile esin kaynağı olmuştur. Bu konçertoların bestelenme öyküsü ilginç ve ibret vericidir. Şimdi bu öyküyü anlatacağım.
26 Kasım 2014 Çarşamba
Gayenah Balesi ve Aram Haçaturyan
Bugün size Ermeni asıllı Sovyet bestecisi Aram Haçaturyan ve ünlü eseri Gayenah'dan bahsedeceğim. 1903 yılında Gürcistan'ın başşehri Tifliste fakir bir Ermeni ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Haçaturyan, gençlik döneminde tek kelime Rusça bilmemesine karşın Moskova'ya gitmiş, burada aldığı eğitim ve yeteneği sayesinde üç büyük Sovyet bestecisi arasına girmiştir. Diğer ünü besteciler ise Şostakoviç ve Prokofiyef'tir.
30 Ekim 2014 Perşembe
Sanatçının Toplumsal Duyarlılığı
Geçtiğimiz günlerde okul servisini kaçırdığı için kızımı üniversiteye ben bıraktım. Yolda giderken arabanın radyosunda Pyotr İlyiç Çaykovski'nin keman konçertosu çalmaya başladı. Kemanı çalan sanatçı çok zor bir eser olan bu eseri güzel icra ediyordu. Kızım da ben de müziğin büyülü sesi arasında mest olmuş, düşüncelere dalmıştık. Üniversitenin kapısından girdiğim zaman yüzlerce öğrencinin sınıflarına güle oynaya gittiklerini görünce çok etkilendim. Bizim geleceğimiz olan bu gençler gibi bir çok genç insan geçmişte savaşlarda can vermiş, günümüzde de vermeye devam ediyordu. Dünyadaki savaş çılgınlığı birçok can almış, birçoğunun da sakat kalmasına neden olmuştu. Barış güçlerinin tüm uğraşısına karşın, savaşlar yok edilemiyor.
14 Ekim 2014 Salı
Bir Barış Savaşçısı Olarak Beethoven
Döneminin şairlerinden ve Beethoven'in dostu Grillparzer, Ludwig von Beethoven'in ölümünden sonra şunları söylemiştir. "Sizler onu yitirmediniz, kazandınız. Ayrıca o, sonsuzluğa değin değerini yitirmeden, şimdiden bütün çağların büyükleri arasında yerini almış bulunuyor...". Bu sözlerin üzerinden yaklaşık 200 yıl geçmesine karşın, değeri ve doğruluğundan hiçbir şey kaybetmemiştir. Beethoven'in ölümsüzlüğü ve dokunulmazlığı müziğinde yansır. Müziğinin her çalınışında o müziği seven ve saygı duyan herkes için o hala dipdiridir ve yaşamaktadır.
1 Ekim 2014 Çarşamba
Sığınmacı Olmak
Geçtiğimiz günlerde İzmir'de yaşayan bir hastam geldi. Hali vakti yerinde, sanat ve kültürle iç içe yaşayan, üniversite mezunu bir kişiydi. Hastalığı ile ilgili muayene ve önerilerimi tamamladıktan sonra sohbete geçtik. İzmir'in nasıl olduğunu sordum kendisine. Çok memnun olduğunu ifade etti ama hemen ekledi. Son zamanlarda şehrin tadının biraz bozulduğunu söyledi. Neden diye sordum. Suriyeli göçmenlerin şehri doldurduğunu, bu durumun ahengi bozduğunu söyledi. Kendisine nasıl oldu da ahengin bozulduğunu, herhangi bir olaya şahit olup olmadığını sordum. Hayır dedi, ben şahit olmadım ama herkes öyle söylüyor diye ekledi. Tamamen kulaktan dolma bilgiler ile yorum yapmıştı.
12 Ağustos 2014 Salı
Kimlik Kalleş Bir Sözcük müdür?
3 Ağustos 2014 Pazar
Fedakar Doktorlar
Bilindiği gibi Ebola virüsü uzun zamandan beri Afrika'da can almaktadır. Bu virüsün yaptığı hastalık çok öldürücüdür ve yakalanan kişilerde ölüm oranı % 90'lara kadar ulaşmaktadır. Bugün gazetelerde Afrika'da bu hastalıkla mücadele için çalışan iki Amerikalı doktorun Ebola virüsü kaptıklarını öğrendim. Bu doktorlardan Kent Bradley 33 yaşında, diğeri Nancy Writebol ise 60 yaşında. Yazıda genç olanın dünya tatlısı iki çocuğu ve karısı ile birlikte çektirdiği resmi sizinle paylaşıyorum. İki doktorun da kısa zamanda iyileşmesini yürekten diliyorum.
25 Temmuz 2014 Cuma
Piyano Devrimci Bir Çalgıdır
Daha önceki bir yazımda piyano ile erotizmi işlemiştim. Yazının sonunda piyanonun aynı zamanda devrimci bir çalgı olduğunu belirterek, ileride bu konuya da değineceğimi yazmıştım. Bu yazı çok beğenildi ve paylaşıldı. Şimdi de piyanonun devrimci yönüne bir göz atalım.
Piyano tuşlu, yani klavyeli çalgıların geçirdiği evrimin en üst aşamasında yer alır. Klavyeli çalgılar, müzik dünyasında 14.yüzyıldan itibaren geliştirilmeye başlandı ve 19.yüzyılda doruk noktasına ulaştı. Bu süre içerisinde piyano basit bir kutudan, kuyruklu piyanoya kadar büyük bir evrim geçirdi.
Piyano tuşlu, yani klavyeli çalgıların geçirdiği evrimin en üst aşamasında yer alır. Klavyeli çalgılar, müzik dünyasında 14.yüzyıldan itibaren geliştirilmeye başlandı ve 19.yüzyılda doruk noktasına ulaştı. Bu süre içerisinde piyano basit bir kutudan, kuyruklu piyanoya kadar büyük bir evrim geçirdi.
21 Temmuz 2014 Pazartesi
İnsan Lekesi
Amerikan çağdaş yazarlarından Philip Roth'un ünlü romanı "İnsan Lekesi"nden bahsedeceğim bugün. "Pastoral Amerika" isimli romanıyla Pulitzer Ödülü alan Roth, yaşayan Amerikalı yazarlar arasında en çok tartışılan ve üretken yazarlarından birisi olarak sayılmakta. Öyküler, romanlar yazmış. En ünlü kitaplarından birisi de İnsan Lekesi.
17 Temmuz 2014 Perşembe
Beethovenin Eroica Senfonisini Dinlerken
Mail kutuma gelen bir mesajda Berlin Filarmoni Orkestrasının, geçmişteki ünlü şefi Herbert von Karajan'ın 25.ölüm yıl dönümü nedeniyle ünlü konserlerinden bir bölümünü yenileyip, düzelterek web sitesinde yayına sunulduğu belirtiliyordu. Siteye girdim ve Beethoven'in 3.Senfonisini, öteki adıyla Eroica'yı, Herbert von Karajan'nın yorumuyla dinledim. Gerçekten olağanüstü bir yorumdu.
10 Temmuz 2014 Perşembe
Farklı Kimliklere Saygı Göstermeliyiz
Çoğumuz yaşantımız boyunca saklanan kimliklere rast gelmişizdir. Çok yakın bir arkadaşınızın Alevi olduğunu yıllar sonra öğrendiğiniz zaman, şaşırırsınız. Veya sürekli bir arada olduğunuz bir dostunuzun büyük annesinin Ermeni asıllı olduğunu öğrenebilirsiniz. Peki niye başlangıçta bu kişiler kimliklerini saklama gereksinimi duymuşlardır, hiç düşündünüz mü? Eskiden toplumumuzda öyle yoğun bir baskı vardı ki, bazı insanlar kimliklerini saklamak zorunda kalıyorlardı. Yine de çevremizdeki bazı kişilerde ön yargıların devam ettiğini maalesef görüyoruz. Üstelik aydın geçinen birçok insanda bu tutumu ve ülkemizin çok kültürlü yapısını inkar etme eğilimini gördükçe çok üzülmekteyim. Şimdi bu konuyu biraz daha ayrıntılı anlatacağım.
7 Temmuz 2014 Pazartesi
Piyano Erotik Bir Çalgı mıdır?
Yazının başlığını okuyunca nereden çıktı bu şimdi diye düşüneceksiniz. Müzik önemli bir sanattır. Her sanatta olduğu gibi, müzikte de erotizm vardır. Özellikle edebiyat, resim ve heykel gibi sanat türlerinde erotizm önemli yer tutar. Klasik müziğin bazı eserlerinde de hafif bir erotizm vardır ama bir çalgıya erotik özellik yakıştırmak, ne kadar doğrudur? Yazının devamını okuyunca niye bu başlığı kullandım, daha iyi anlayacaksınız.
4 Temmuz 2014 Cuma
Geçmiş Güzel midir?
Hiç sevmem bizim zamanımız şöyle iyiydi, böyle iyiydi diye sızlanmaları. Hani biz yaştakiler bir araya gelince konuşmaya başlarız, "Ah şimdi ki gençler ne kötü, bizim zamanımızda böyle miydi?" demeye. Hangi psikoloji bizi böyle konuşturur. Gençliğe özlem mi, yoksa kendimizi şimdiki gençlerden üstün görme arzusu mu? Nasıl izah ederseniz edin, çok doğru değildir bu şekilde yakınmak.
1 Temmuz 2014 Salı
Kuzgun...
25 Haziran 2014 Çarşamba
Nefretin Durması Gerekir
Yazının başlığındaki cümleyi hafta sonu izlediğim bir filimden aldım. Filmin ismi, "Geçmişin İzleri". Orijinal ismi "The Railway Man". Aslında Türkçe ismi, filmi anlatmak için pek uygun değil. Benim yazımın başlığı çok daha uygun olurdu filim için. Gerçekten de akılda kalacak ve çok güzel mesajlar veren bir filim.
Filmin baş rollerinde Colin Firth ve Nicole Kidman var. Colin Firth, "Zoraki Kral" filmi ile Oscar almıştı. O filimde kekeme İngiliz Kralını canlandırmıştı. Gerçekten de büyük bir aktör. Eğer filmi benimsiyorsa, olağanüstü rol yapıyor. Bu filimde de öyle. Nicole Kidman'ı söylemeye gerek yok. Rolünün hakkını veriyor.
Filmin baş rollerinde Colin Firth ve Nicole Kidman var. Colin Firth, "Zoraki Kral" filmi ile Oscar almıştı. O filimde kekeme İngiliz Kralını canlandırmıştı. Gerçekten de büyük bir aktör. Eğer filmi benimsiyorsa, olağanüstü rol yapıyor. Bu filimde de öyle. Nicole Kidman'ı söylemeye gerek yok. Rolünün hakkını veriyor.
25 Mayıs 2014 Pazar
Gün Batımı Niye Vahşi Gözükür?
Gerçekten de gün batımının niye vahşi gözüktüğünü biliyor musunuz? Gözünüzün önünde sürekli renk değiştirir de ondan. Bu güzel sözlere bir filmde rastladım. Digitürk ekranlarında tesadüfen izlediğim bir filmde. Türkçe ismi "Gilbert Grape Ne Yiyor?". Orijinal ismi ise "What's Eating Gilbert Grape". 1993 Yılında çevrilen dramatik özellikte ABD yapımı bir film. Baş rollerini Johnny Depp, Leonardo Di Caprio ve Juliette Lewis paylaşmışlar. Küçük bir bütçeyle çevrilmiş olağanüstü güzel bir film. Gerçek bir baş yapıt.
Bu filmde Leonordo DiCaprio otistik bir çocuğu canlandırıyor. Bu film ile Oscar'a aday gösterilmiş ama alamamış. İzlediğiniz zaman, çok yazık diyorsunuz. Gerçekten de Oscar'ı fazlasıyla hak eden bir oyun çıkarıyor di Caprio. Diğer oyuncularında hakkını vermek lazım. Başta Johnny Depp olmak üzere tüm oyuncular başarılı bir oyun sergiliyorlar.
Bu filmde Leonordo DiCaprio otistik bir çocuğu canlandırıyor. Bu film ile Oscar'a aday gösterilmiş ama alamamış. İzlediğiniz zaman, çok yazık diyorsunuz. Gerçekten de Oscar'ı fazlasıyla hak eden bir oyun çıkarıyor di Caprio. Diğer oyuncularında hakkını vermek lazım. Başta Johnny Depp olmak üzere tüm oyuncular başarılı bir oyun sergiliyorlar.
3 Nisan 2014 Perşembe
Korkusuz Denizci, Büyük Kaşif-Macellan
Stefan Zweig büyük eseri Macellan'a nasıl başlamış; "Başlangıçta baharat vardı". Çoğumuz tarihte okumuşuzdur baharat yolunu. Bu madde için ne büyük savaşlar yapıldığını, ülkelerin el değiştiğini biliriz birçoğumuz. Mısır çarşısında satılan sıradan bir çuval karabiberin, 500-600 yıl önce bir çuval altına eşdeğer tutulduğu yıllardır onlar. Sofralarımızda sıradan bir tatlandırıcı olarak bulunan baharat, o yıllarda insan yaşamından daha değerliydi. Peki hiç düşündünüz mü baharatın neden bu kadar değerli olduğunu? İşte bunu öğrenmeniz için Zweig'in Macellan kitabını okumanızı tavsiye ederim.
Macellan'ın hayatını bir roman gibi yazmış Zweig. Nasıl biliriz Macellan'ı? Dünyanın çevresini ilk kez dolaşan ve dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlayan kişi olarak geçer tarih kitaplarında. Ama bu kitabı okuduğum zaman büyük saygı duydum Macellan'a. Güçlü bir irade, sarsılmaz bir inanç, korkusuz bir kaptan. Aynı zamanda bir hesap adamı. İşinde titiz, gerektiği zaman acımasız bir komutan, gerektiği zamanda gerçek bir diplomat ve müşfik bir kişilik. Bugün bile birçok kişiye örnek olabilecek bir kişilik Macellan. Beş gemi ile çıktığı seyahat onun hayatında mal olmuş. Yaklaşık 250 kişi olarak başlayan yolculuk, 18 kişi ve tek gemi ile sonlanmış. Kitap bu seyahat sırasında çekilen güçlükleri, acıları, kayıpları, ihanetleri çok güzel anlatmış.
Macellan'ın hayatını bir roman gibi yazmış Zweig. Nasıl biliriz Macellan'ı? Dünyanın çevresini ilk kez dolaşan ve dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlayan kişi olarak geçer tarih kitaplarında. Ama bu kitabı okuduğum zaman büyük saygı duydum Macellan'a. Güçlü bir irade, sarsılmaz bir inanç, korkusuz bir kaptan. Aynı zamanda bir hesap adamı. İşinde titiz, gerektiği zaman acımasız bir komutan, gerektiği zamanda gerçek bir diplomat ve müşfik bir kişilik. Bugün bile birçok kişiye örnek olabilecek bir kişilik Macellan. Beş gemi ile çıktığı seyahat onun hayatında mal olmuş. Yaklaşık 250 kişi olarak başlayan yolculuk, 18 kişi ve tek gemi ile sonlanmış. Kitap bu seyahat sırasında çekilen güçlükleri, acıları, kayıpları, ihanetleri çok güzel anlatmış.
28 Şubat 2014 Cuma
Müzik Yaşamımızın Vazgeçilmezi mi?
Geçtiğimiz cumartesi günü eşimle sabah kahvaltısı yaparken, birdenbire "Hadi" dedim "Bu akşam Berlin Filarmoni Orkestrası Brahms çalacak. Gidip dinleyelim". Eşim şaşkınlıkla yüzüme baktı. O günkü randevulu hastalara bakacağım, vize alacağız, bilet bulacağız, akşam da konseri izleyeceğiz. Hiç olacak iş miydi bu? Bir anda bütün bunların aklından geçtiğini hissettim. Gülerek şaka yaptığımı söyledim ona, ama bu akşam gerçekten de konseri izleyeceğimizi ekledim.
Akşam oldu, bilgisayardan Berlin Filarmoni Orkestrasının web sitesinde bulunan "Digital Concert Hall" bölümünü açtım. Konser saati gelince web sitesinden canlı yayın başladı. Şef Simon Rattle yönetimindeki orkestradan tüm ihtişamıyla izledik konseri. Güzel ve romantik bir akşam oldu bizim için.
Akşam oldu, bilgisayardan Berlin Filarmoni Orkestrasının web sitesinde bulunan "Digital Concert Hall" bölümünü açtım. Konser saati gelince web sitesinden canlı yayın başladı. Şef Simon Rattle yönetimindeki orkestradan tüm ihtişamıyla izledik konseri. Güzel ve romantik bir akşam oldu bizim için.
24 Şubat 2014 Pazartesi
Kaos Güzellikler Doğurur mu?
Bugün büyük besteci Joseph Haydn'ın Yaratılış Oratoryosundan kaos bölümünü, karizmatik Şef Simon Rattle'ın yönetimindeki Berlin Filarmoni Orkestrasından dinledim. Yaratılış Oratoryosu müzik dünyasının en ünlü eserlerinden birisidir. Aslında düzen ve form aşığı Haydn, evrende oluşan gerilimi, yani hiçlik ile varoluş arasındaki gerilimi kaos bölümüyle çok güzel anlatmıştır bu eserinde. Bu bölüm oratoryonun giriş bölümüdür. İlerleyen bölümlerde evrenin yaradılışı günlere bölünerek anlatılır. Altıncı gün canlılar ve en son insan yaratılır. İnsanın en güzel nitelikleri olan güzel, güçlü, cesur olma vb. özelliklerinden bahseder bu bölümde. Son bölümde el ele gezen insan çiftine işaret eder. Birbirlerine aşklarını söylemektedirler dolaşırken. Ama o sıra bir uyarı gelir insana. Sahip olduklarından daha fazla şey istememelerini ve bilmemelerini ister son bölümde. Bu ünlü eserin kaos bölümünü dinlemeyi arzu ederseniz tıklayınız...
21 Şubat 2014 Cuma
Haydn'ın Türk Senfonisi Var mı?
Klasik müzikte senfoninin babası olarak anılan Joseph Haydn'ın ünlü 100 Numaralı senfonisinin, yani yaygın adıyla bilinen Military (Askeri) Senfoninin asıl isminin "Sinfonia in Turcica" (Türk Tarzı Senfoni) olduğunu öğrendim.
Aktüze'den okuduğuma göre bu ünlü senfoninin el yazması kopyalarında ismi "Sinfonia in Turcica" olarak yazılıyormuş. Ancak 1799 yılında Andre isimli birisi tarafından Grande Sinfonie Militaire (Büyük Askeri Senfoni) olarak basıldıktan sonra ismi Military Senfoni olarak kalmış. Yine aynı tarihlerde Pieyel isimli birisi bu eseri Symphonie Turque a Grand Orchestre (Büyük Orkestra için Türk Senfonisi) olarak basmış. Daha sonraları "Military" adı daha çok kabul gördüğü için bu şekilde adlandırılmış. Yani Haydn'ın isimlendirmede bir rolü yok. O zamanlar kafasında Türk Senfonisi olarak adlandırmak var mıydı, bilemiyorum.
Aktüze'den okuduğuma göre bu ünlü senfoninin el yazması kopyalarında ismi "Sinfonia in Turcica" olarak yazılıyormuş. Ancak 1799 yılında Andre isimli birisi tarafından Grande Sinfonie Militaire (Büyük Askeri Senfoni) olarak basıldıktan sonra ismi Military Senfoni olarak kalmış. Yine aynı tarihlerde Pieyel isimli birisi bu eseri Symphonie Turque a Grand Orchestre (Büyük Orkestra için Türk Senfonisi) olarak basmış. Daha sonraları "Military" adı daha çok kabul gördüğü için bu şekilde adlandırılmış. Yani Haydn'ın isimlendirmede bir rolü yok. O zamanlar kafasında Türk Senfonisi olarak adlandırmak var mıydı, bilemiyorum.
19 Şubat 2014 Çarşamba
Şarkının Kanatlarında-Felix Mendelssohn
Romantik dönemin büyük bestecisi, Müzikte Tarih Bilinci'nin en önemli temsilcisi Felix Mendelssohn'dan bahsedeceğim biraz. Dünyada en çok çalınan Chopin'in Cenaze Marşı yanında ikinci eser olan Düğün Marşının bestecisidir Mendelssohn. Müziğin her türünde beste yapmıştır. Dört dil bilen ve geniş bir kültürü olan Mandelssohn, tıpkı Mozart gibi çocuk yaşta müzikle ilgilenmeye başlamıştır. Yani o da bir harika çocuktur. 11 yaşında lied bestelemiştir. Hayat hikayesine girmeden önce ünlü Alman şairi Heinrich Heine'nin bir şiirini yazıyorum altta.
14 Şubat 2014 Cuma
Bekle Beni & Bekleyeceğim Seni
Bugün sevgililer günü. Tüm dünyada büyük coşku ile kutlanıyor. Bazı kesimlerde bu güne dair itirazlar olmasına karşın, sevgi ve sevgiliyi hatırlatması açısından güzel bir uygulama. Kadın olsun, erkek olsun, her cinste de sevginin, aşkın, sevgilinin önemi büyüktür. Özel bir günde bile olsa, sevgili tarafından onurlandırılmak, mutluluk verici bir olaydır.
Bugün iki ünlü yazarın aşkı ve sevgiyi anlatan şiirinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan birisi Sovyetler Birliği döneminin ünlü yazarı Konstantin Simonov'un savaş sırasında yazdığı şiir. Aşağıda yazıyorum;
BEKLE BENİ
Bekle beni, döneceğim ben.
Çok çok, bıkmadan bekle!
Sarı yağmurların
Hüznü basınca,
Kar kasıp kavururken,
Kızgın sıcaklarda - bekle.
Uzak yerlerden mektuplar kesilince
Bekle beni.
Birlikte bekleyenlerin beklemekten
Usandığına bakma, bekle.
Bekle beni, döneceğim.
Bugün iki ünlü yazarın aşkı ve sevgiyi anlatan şiirinden bahsetmek istiyorum. Bunlardan birisi Sovyetler Birliği döneminin ünlü yazarı Konstantin Simonov'un savaş sırasında yazdığı şiir. Aşağıda yazıyorum;
BEKLE BENİ
Bekle beni, döneceğim ben.
Çok çok, bıkmadan bekle!
Sarı yağmurların
Hüznü basınca,
Kar kasıp kavururken,
Kızgın sıcaklarda - bekle.
Uzak yerlerden mektuplar kesilince
Bekle beni.
Birlikte bekleyenlerin beklemekten
Usandığına bakma, bekle.
Bekle beni, döneceğim.
Unutmak zamanı geldiğini
Ezbere bilenleri
Hayırla anma!
Varsın oğlum, anam
Hayatta olmadığıma inansın,
Dostlarım beklemekten usansın,
Ocak başında toplanıp
Acı şarapla
Yadetsinler beni.
Sen bekle. Onlarla birlikte
İçmekte acele etme.
Hayırla anma!
Varsın oğlum, anam
Hayatta olmadığıma inansın,
Dostlarım beklemekten usansın,
Ocak başında toplanıp
Acı şarapla
Yadetsinler beni.
Sen bekle. Onlarla birlikte
İçmekte acele etme.
Bekle beni; döneceğim,
Bütün ölümleri çatlatmak için döneceğim!
"Şansı varmış..." desinler,
Beklemedikleri için,
Beni bekleyerek
Düşman ateşinden nasıl
Koruduğunu anlayamazlar.
Sağ kalışımın sırrını yalnız
Senle ben bileceğiz-
Bütün sır -senin
Başkalarının bilmediği gibi beklemeyi bilmende.
Konstantin Mihavloviç Simonov
"Bekle Beni" şiirini yazan Konstantin Simonov, Sovyetler Birliği döneminin en ünlü yazarlarındandır. Yazdığı kitaplar bugün ikinci dünya harbini anlatan en güzel kitaplardandır. Özellikle "Günler ve Geceler" kitabı beni çok etkilemişti. Stalingrad savaşı içinde yeşeren bir aşkı, savaşın tüm dehşeti içinde çok güzel anlatmıştır bu kitapta. Ayrıca Stalingrad'da çekilen acıları da çok güzel vurgulamıştır. Özellikle tavsiye ediyorum.
Simonov, 2. Dünya Savaşındaki meşhur Stalingrad savunması sırasında bu şiiri yazmış. 1943 yılında evlendiği Valentina Serova için yazmış bu şiiri. İlk kez onu Moskova'da bir tren istasyonunda görmüş ve deliler gibi aşık olmuş. Serova o zamanlar 21 yaşında ve Rus sinemasında yeni yeni tanınmaya başlayan ve gelecek vadeden bir aktris. Çok güzel bir kadın. Simonov o zamanlarda da tanınan bir yazar ve gazeteci. Savaşın en şiddetli döneminde gazetesi onu savaş muhabiri olarak cepheye gönderiyor. Stalingrad savaşı tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birisidir. Tabir caizse "savaşların anasıdır". Simonov burada ön cephelere kadar giderek röportaj yapıyor ve savaş ile ilgili izlenimler yazıyor. Tabi bu çok riskli bir görev. Zaten o dönemde de birçok gazeteci cephede ölmüştür. Bu durumu romanlarında çok güzel anlatır Simonov. Hayatı pamuk ipliği ile bağlı iken, cephede savaşan tüm askerler gibi sevdiğinin özlemiyle yanıp tutuşuyor. Yukarıda bahsedilen şiiri sevgilisine duyduğu özlemin ateşiyle yazıyor. Üstelik bu şiiri Alman uçaklarının kol gezdiği ve sürekli şehri bombaladıkları bir atmosfer altında yazmıştır. Yani aşka en uzak olması gereken yerde.
Simonov şiiri izne giden bir askerle sevgilisine gönderiyor. Asker şiiri Simonov'un çalıştığı gazeteye götürüyor ve gazete de şiiri beğenerek yayımlıyor. Daha sonra ağızdan ağza yayılarak bir çok şarkıya güfte oluyor. Tabi o dönemde haberleşme olanakları çok kısıtlı. Cephede çarpışanlar uzun süre mektup alabilme olanağından yoksunlar. Şiirden bestelenen şarkılar çok popüler oluyor. Simonov mektubunun akıbetinin ne olduğunu bilmeden, bir gün cephede şiirinin bestelenmiş halini bir askerin ağzından duyarak yayınlandığından haberdar oluyor.
Simonov'un belli başlı kitapları arasında Albayın Aşkı, Savaşsız Yirmi Gün, Günler ve Geceler, Savaş Günleri, İnsan Asker Doğmaz ve Silah Arkadaşları gibi kitaplar sayılabilir. Bu kitaplar Türkçe'ye çevrilmiştir. İnsan Asker Doğmaz kitabı bir üçlemedir ve destan gibi savaşı anlatır. Eğer 2. Dünya Harbine meraklıysanız bu kitapları mutlaka tavsiye ederim.
Simonov çok prestijli bir görev olan Sovyet Yazarlar Birliği Başkanlığı da yapmıştır. Türkiye de dahil birçok ülkeyi ziyaret etmiştir.
BEKLEYECEĞİM SENİ
Savaşa gitmek mi istersin, git asker,
Gidenin bir daha gelmediği
Kanlı, kuduran savaşa.
Burda olacağım geri dönersen,
Yeşeren karaağaçlar altında bekleyeceğim seni,
Bekleyeceğim çıplak ağaclar altında,
Dönünceye dek en son asker,
Bekleyeceğim seni daha da çok.
Sen geri gelince savaştan
Göremeyeceksin kapıda başka bir çizme.
Yanımdaki yastık hep boş kalacak.
Dokunmamış olacak dudağıma başka dudak.
Bıraktığım gibi diyeceksin her şey,
Sen geri gelince savaştan,
Sen geri gelince.
(Çev: A. Bezirci)
Bertolt Brecht
Brecht, 20. yüzyılın en etkili Alman şair, tiyatro yönetmeni ve oyun yazarıdır. Daha lisedeyken "Anavatan için ölmek hoş ve onurludur" sözü yalnızca boş kafalıların rağbet ettiği bir propaganda sloganıdır" diye savaşa karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Bertolt Brecht hakkında söylenecek çok şey var. Özellikle tiyatroda devrim niteliğinde yaptığı birçok uygulamaya imza atmıştır. Nazilerin hışmına uğrayan ilk sanatçılar arasındandır. Çok renkli bir hayat sürmüş, çok sayıda kadınla ilişki kurmuştur. Toplumcu yönü yanında, sevgiyi ve sevgiliyi bilen bir yazardır. Her biri birer başyapıt niteliğinde olan tiyatro oyunları yanında 2300 civarında şiir yazmıştır. Nispeten genç yaşta kalp krizinden ölmüştür. İleride bir yazımda Brecht ve sanatından daha ayrıntılı olarak söz edeceğim.
İşte sevgililer gününü iki toplumcu yazarın şiirleri ile andık. Bu şiirler sevgi ve aşkı anlatmaları yanında, savaş karşıtı olmaları açısından da çok önemlidirler. Şimdiye kadar yazılmış aşk şiirlerinin en başında gelmektedirler.
12 Şubat 2014 Çarşamba
Ölmek İstemeyen Büyük İnsan
Kimdir ölmek istemeyen büyük insan? Ölümsüzlüğü arayan kişi kimdir? Yakın dostu Enkidu ile birlikte yollara düşerek birçok macera yaşayan Gılgamıştan bahsediyorum tabi. Hani okullarımızda üstünkörü geçilen, insanlık tarihindeki büyük önemi hiçbir zaman tam olarak anlatılmayan Gılgamış Destanı. Halbuki alınacak çok ders var bu destandan. Gönül isterdi ki özellikle lisedeki gençlerimize abuk subuk birçok konu okutacaklarına, Gılgamış Destanını adamakıllı okutup, üzerinde tartışmalar yapılsa ne güzel olurdu. Hadi gelin biraz Gılgamışdan ve insanlığa hediyelerinden bahsedelim.
Bildiğiniz gibi batı edebiyatının temelini oluşturan İlyada ve Odesa destanı en az 2750 yıldan beri bilinmektedir. Ama Gılgamış Destanının, 19.yüzyılda yapılan arkeolojik keşifler sırasında elde edilen tabletlerin çözümlenmesi sonucunda varlığından haberdar olunmuştur. Mezopotamya'da bulunan değişik dönemlere ait tabletlerde rastlanan Gılgamış destanına ilişkin buluntular bir araya getirilerek tamamı çözümlenmeye çalışılmıştır. Tüm çabalara karşın destanın ancak yaklaşık 2/3'ne ulaşıldığı düşünülmektedir. Ulaşılan bölümler incelendiği zaman insanlık kültür tarihini derinden etkileyen büyük bir eser ile karşı karşıya kalındığı saptanmıştır.
Peki destanın tarihi ne zamandan başlamaktadır? Günümüzden yaklaşık 4700 yıl önce izlerine rastlanmaktadır Gılgamışın. Bilinen en eski edebi metindir. Eski Mezopotamyanın en eski ve gelişmiş devletini kurana Sümerlerin efsanesidir Gılgamış. Yazıcısı tam bilinmiyor ama Sümerlerden sonra gelen tüm halklar ve devletler benimsemişler ve yaşatmışlar bu destanı. Tabletlere kopya ederek daha sonraki kuşaklara aktarmışlardır. İşte günümüzde yayınlanan destanın tamamı, bu tabletlerden elde edilen parçaların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.
Mezopotamya uygarlıkları üzerine tüm ömrünü vermiş büyük bilim adamı Jean Bottero'nun Gılgamış Destanı başlıklı kitabını Orhan Suda güzel bir Türkçe ile çevirmiştir. Bu kitabın giriş bölümünde Bottero'nun destan ile ilgili bir düşüncesini aktarmak istiyorum. Aynen şöyle yazıyor Bottero; "Ölmek istemeyen bir büyük insanın olağanüstü serüvenlerinde, önce kendi kişisel hayatımız açısından, hepimizi bekleyen ölümcül kadere razı olmayı göze almamızı değilse bile, en azından onunla uzlaşmamızı sağlayan bir uyaran keşfediyoruz; Bize örnek oluyor o, çünkü bu arada, kendi içinde yeterince umut veren bir varoluş bırakıyor bize."
Yine büyük düşünce adamımız Orhan Hançerlioğlu ise Gılgamışı "Tanrılara Kafa Tutan Kral" olarak değerlendiriyor. Destanın, temel düşünce olarak doğanın sırlarını bilmek isteyen insanın araştırıcı çabasını işlediğini ve tanrılara kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirttiğini söylüyor Hançerlioğlu. İnsan, karşısına çıkacak doğa engellerini yenip aşarak kendi yolunu yaratacaktır. İnsanın kendi yolunu açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan bile gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir. Tanrılar ve doğa, insana her gün biraz daha yenilecek ve sırlarını her gün biraz daha kaptıracaktır. Tanrılar, insana yardım etmemekte, tersine, güçlükler çıkartmaktadır. İnsan bu güçlükleri kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka özelliği de, insanın inançla değil, bilgiyle davranması gerektiğini belirtmesidir.
Hançerlioğlu'nun değerlendirmesi bu şekilde. Ama gerçekten de insanlık MÖ 3-4. yüzyıldan ta Rönesansa kadar büyük bir karanlık içinde kalmıştır. Çok az büyük buluş gerçekleşmiş, insanın yaşam standardı aynı kalmıştır. Bu tarihler arasında hep ne vardır? Savaşlar ve yıkımlar. İnsan, "neden" ve "niçin" sorusunu sorup, skolastik düşünceden uzaklaştığı zaman büyük atılımlar gerçekleştirmiş, yaşam standardı yükselmiş, günümüzdeki medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Halbuki Gılgamış bize binlerce yıl öncesinden doğru yolu göstermişti. Çünkü Gılgamış, Babil'lerin deyimi ile "her şeyi görüp bilen" kişiydi. Bilmek ve anlamak onun en önemli insani niteliğiydi.
Gılgamış, İlyada ve Odesayı da etkilemişti. Bu destanın keşfedilmesiyle tarihte Herkül ve Tufan öyküsü gibi birçok mitin kaynağına da ulaşılmış bulunuyordu.
Gılgamış'tan dostluk üzerine bir bölümü aşağıda yazıyorum;
....
Önden giden
Kurtarır arkadaşını!
Ve yolları bilen
Korur arkadaşını!
...
Daha bunun gibi birçok güzel düşünce ve mısra var destanda. Sıkılmadan, zaman zaman düşünerek okuyorsunuz destanı. Eğer meraklıysanız insanlık tarihine, mutlaka okumanızı tavsiye edeceğim Gılgamış Destanını. Çok güzel bir tercüme ve sunumla yazılmış bir kitap bu. Yine Bottero'dan bir cümle ile bitireceğim yazımı; "...Bu ölümsüz şaheserin, bu muhteşem ve zengin harabenin okunması, en uzak atalarımızın uzaktan uzağa fark edilen arkaik ahalisinin ruhunu duyumsatır bize".
Kaynaklar:
Bildiğiniz gibi batı edebiyatının temelini oluşturan İlyada ve Odesa destanı en az 2750 yıldan beri bilinmektedir. Ama Gılgamış Destanının, 19.yüzyılda yapılan arkeolojik keşifler sırasında elde edilen tabletlerin çözümlenmesi sonucunda varlığından haberdar olunmuştur. Mezopotamya'da bulunan değişik dönemlere ait tabletlerde rastlanan Gılgamış destanına ilişkin buluntular bir araya getirilerek tamamı çözümlenmeye çalışılmıştır. Tüm çabalara karşın destanın ancak yaklaşık 2/3'ne ulaşıldığı düşünülmektedir. Ulaşılan bölümler incelendiği zaman insanlık kültür tarihini derinden etkileyen büyük bir eser ile karşı karşıya kalındığı saptanmıştır.
Peki destanın tarihi ne zamandan başlamaktadır? Günümüzden yaklaşık 4700 yıl önce izlerine rastlanmaktadır Gılgamışın. Bilinen en eski edebi metindir. Eski Mezopotamyanın en eski ve gelişmiş devletini kurana Sümerlerin efsanesidir Gılgamış. Yazıcısı tam bilinmiyor ama Sümerlerden sonra gelen tüm halklar ve devletler benimsemişler ve yaşatmışlar bu destanı. Tabletlere kopya ederek daha sonraki kuşaklara aktarmışlardır. İşte günümüzde yayınlanan destanın tamamı, bu tabletlerden elde edilen parçaların bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.
Mezopotamya uygarlıkları üzerine tüm ömrünü vermiş büyük bilim adamı Jean Bottero'nun Gılgamış Destanı başlıklı kitabını Orhan Suda güzel bir Türkçe ile çevirmiştir. Bu kitabın giriş bölümünde Bottero'nun destan ile ilgili bir düşüncesini aktarmak istiyorum. Aynen şöyle yazıyor Bottero; "Ölmek istemeyen bir büyük insanın olağanüstü serüvenlerinde, önce kendi kişisel hayatımız açısından, hepimizi bekleyen ölümcül kadere razı olmayı göze almamızı değilse bile, en azından onunla uzlaşmamızı sağlayan bir uyaran keşfediyoruz; Bize örnek oluyor o, çünkü bu arada, kendi içinde yeterince umut veren bir varoluş bırakıyor bize."
Yine büyük düşünce adamımız Orhan Hançerlioğlu ise Gılgamışı "Tanrılara Kafa Tutan Kral" olarak değerlendiriyor. Destanın, temel düşünce olarak doğanın sırlarını bilmek isteyen insanın araştırıcı çabasını işlediğini ve tanrılara kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirttiğini söylüyor Hançerlioğlu. İnsan, karşısına çıkacak doğa engellerini yenip aşarak kendi yolunu yaratacaktır. İnsanın kendi yolunu açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan bile gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir. Tanrılar ve doğa, insana her gün biraz daha yenilecek ve sırlarını her gün biraz daha kaptıracaktır. Tanrılar, insana yardım etmemekte, tersine, güçlükler çıkartmaktadır. İnsan bu güçlükleri kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka özelliği de, insanın inançla değil, bilgiyle davranması gerektiğini belirtmesidir.
Hançerlioğlu'nun değerlendirmesi bu şekilde. Ama gerçekten de insanlık MÖ 3-4. yüzyıldan ta Rönesansa kadar büyük bir karanlık içinde kalmıştır. Çok az büyük buluş gerçekleşmiş, insanın yaşam standardı aynı kalmıştır. Bu tarihler arasında hep ne vardır? Savaşlar ve yıkımlar. İnsan, "neden" ve "niçin" sorusunu sorup, skolastik düşünceden uzaklaştığı zaman büyük atılımlar gerçekleştirmiş, yaşam standardı yükselmiş, günümüzdeki medeniyet seviyesine ulaşmıştır. Halbuki Gılgamış bize binlerce yıl öncesinden doğru yolu göstermişti. Çünkü Gılgamış, Babil'lerin deyimi ile "her şeyi görüp bilen" kişiydi. Bilmek ve anlamak onun en önemli insani niteliğiydi.
Gılgamış, İlyada ve Odesayı da etkilemişti. Bu destanın keşfedilmesiyle tarihte Herkül ve Tufan öyküsü gibi birçok mitin kaynağına da ulaşılmış bulunuyordu.
Gılgamış'tan dostluk üzerine bir bölümü aşağıda yazıyorum;
....
Önden giden
Kurtarır arkadaşını!
Ve yolları bilen
Korur arkadaşını!
...
Daha bunun gibi birçok güzel düşünce ve mısra var destanda. Sıkılmadan, zaman zaman düşünerek okuyorsunuz destanı. Eğer meraklıysanız insanlık tarihine, mutlaka okumanızı tavsiye edeceğim Gılgamış Destanını. Çok güzel bir tercüme ve sunumla yazılmış bir kitap bu. Yine Bottero'dan bir cümle ile bitireceğim yazımı; "...Bu ölümsüz şaheserin, bu muhteşem ve zengin harabenin okunması, en uzak atalarımızın uzaktan uzağa fark edilen arkaik ahalisinin ruhunu duyumsatır bize".
Kaynaklar:
- Gılgamış Destanı. Jean Bottero. Çeviren Orhan Suda. YKY yayınları. 5. Baskı, 2013
- Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu. Remzi Kitabevi. 19. Basım 2012
9 Şubat 2014 Pazar
İnsan Bitiyordu Topraktan
Emile Zola'nın ünlü eseri Germinal'dan aldım bu cümleyi. Yine kitaptan devam edelim; "...Toprak ananın verimli bağrından yaşam fışkırıyor, tomurcuklar çatlayıp yeşil yaprak halini alıyor, tarlalar başvermek için sabırsızlanan tohumların itişiyle ürperiyordu. Tohumlar şişiyor, çatlıyor, ısıya ve ışığa kavuşmak üzere toprağı yarıp dışarı fırlıyordu. Özsuyu büyük bir coşkunluk içinde hışır hışır yükseliyor, çatlayan tomurcukların sesi yeryüzünü kaplayan bitmez tükenmez bir öpücük halinde uzayıp gidiyordu...". "...İnsan bitiyordu topraktan, gelecek yüzyılda ürün vermek üzere yavaş yavaş filizlenen, pek yakında yerküreyi sarsarak başverecek olan...".
Yaklaşık 140 yıl önce yazılmış bu ünlü eser, sanki geleceğin habercisi. Sınıf mücadelesini gerçekçi ve keskin bir şekilde anlatan bu kitap, kendisinden sonra gelen birçok yazarı etkilemiştir. Gerçekten de 20.yüzyıl çok acılı bir yüzyıl olmuştur. Sınıf mücadelesi daha da keskinleşmiş, büyük savaşlar ve kırımlar görülmüş, ama kitlelerin mücadelesi hiç bitmemiştir daha iyi bir yaşama sahip olmak için. Bu mücadeleler birçok kazanımları da beraberinde getirmiştir. Özellikle demokratik hak ve özgürlükler anlamında. Yaşam standardındaki yükselmenin, gelişmenin ve kalkınmanın vazgeçilmez bileşenidir özgürlükler. Bu özgürlükleri kısıtlamaya kalkan birçok yönetim ve kişi tarihin çöp tenekesine atılmıştır. Önemli bir kısmı hiç hatırlanmamakta, bir kısmı ise lanetle anılmaktadır.
Bizim yaşımız geçti, ama gençlerimiz var. Topraktaki bir tohum gibi besleyip yetiştirdiğimiz gençler. Onların kuşağı daha küresel, daha dünyaya açıklar. İnternet çağının çocuklarıdır onlar. İletişimin öneminin bizden daha çok farkındalar. Düşünceyi ifade etmenin, yaymanın önüne sınır koyamazsınız. Bu evrensel bir haktır. En önemli insan hakkıdır ifade özgürlüğü. Kalkınmanın da en önemli göstergesidir düşünce üretmek ve yaymak. Gençlerimiz başkalarının sandığının aksine çok duyarlıdırlar ülkemize ve insan haklarına. Güveniyorum gençlerimize. Yeryüzünü sarsacak gerçek güç onlardır.
Dikkat ediyor musunuz, günün kargaşası içinde felsefeden ne kadar uzaklaşıyoruz. Ne kadar da doğal geliyor kısır tartışmalar bize. Bir incir çekirdeğini doldurmayan konular ile uğraşıyor insanlar. Emile Zola'nın Dreyfus davası için yazdığı ünlü makalenin başlığı neydi, hatırlatayım: "J'Accuse...!". Türkçesi "Suçluyorum...!". Bu ünlü mektubu ile Fransayı yerinden oynatmıştır Zola. Eşitlik, özgürlük ve insan haklarının en önemli belgelerindendir bu mektup.
Germinal'ı okumanızı tavsiye edeceğim. Sürükleyici bir dil ile yazılmış bu kitaba başladığınız zaman hiç bırakamazsınız. Bitirdiğiniz zaman uzun zaman tesirinden kurtulamazsınız bu kitabın. Geçmişte okumuş olanlarında tekrar okumalarında fayda var.
Yaklaşık 140 yıl önce yazılmış bu ünlü eser, sanki geleceğin habercisi. Sınıf mücadelesini gerçekçi ve keskin bir şekilde anlatan bu kitap, kendisinden sonra gelen birçok yazarı etkilemiştir. Gerçekten de 20.yüzyıl çok acılı bir yüzyıl olmuştur. Sınıf mücadelesi daha da keskinleşmiş, büyük savaşlar ve kırımlar görülmüş, ama kitlelerin mücadelesi hiç bitmemiştir daha iyi bir yaşama sahip olmak için. Bu mücadeleler birçok kazanımları da beraberinde getirmiştir. Özellikle demokratik hak ve özgürlükler anlamında. Yaşam standardındaki yükselmenin, gelişmenin ve kalkınmanın vazgeçilmez bileşenidir özgürlükler. Bu özgürlükleri kısıtlamaya kalkan birçok yönetim ve kişi tarihin çöp tenekesine atılmıştır. Önemli bir kısmı hiç hatırlanmamakta, bir kısmı ise lanetle anılmaktadır.
Bizim yaşımız geçti, ama gençlerimiz var. Topraktaki bir tohum gibi besleyip yetiştirdiğimiz gençler. Onların kuşağı daha küresel, daha dünyaya açıklar. İnternet çağının çocuklarıdır onlar. İletişimin öneminin bizden daha çok farkındalar. Düşünceyi ifade etmenin, yaymanın önüne sınır koyamazsınız. Bu evrensel bir haktır. En önemli insan hakkıdır ifade özgürlüğü. Kalkınmanın da en önemli göstergesidir düşünce üretmek ve yaymak. Gençlerimiz başkalarının sandığının aksine çok duyarlıdırlar ülkemize ve insan haklarına. Güveniyorum gençlerimize. Yeryüzünü sarsacak gerçek güç onlardır.
Dikkat ediyor musunuz, günün kargaşası içinde felsefeden ne kadar uzaklaşıyoruz. Ne kadar da doğal geliyor kısır tartışmalar bize. Bir incir çekirdeğini doldurmayan konular ile uğraşıyor insanlar. Emile Zola'nın Dreyfus davası için yazdığı ünlü makalenin başlığı neydi, hatırlatayım: "J'Accuse...!". Türkçesi "Suçluyorum...!". Bu ünlü mektubu ile Fransayı yerinden oynatmıştır Zola. Eşitlik, özgürlük ve insan haklarının en önemli belgelerindendir bu mektup.
Germinal'ı okumanızı tavsiye edeceğim. Sürükleyici bir dil ile yazılmış bu kitaba başladığınız zaman hiç bırakamazsınız. Bitirdiğiniz zaman uzun zaman tesirinden kurtulamazsınız bu kitabın. Geçmişte okumuş olanlarında tekrar okumalarında fayda var.
30 Ocak 2014 Perşembe
İnsanlar Babalarından Çok Zamanlarının Çocuklarıdır
Amil Malouf'un ünlü eseri "Ölümcül Kimlikler"den aldım bu başlığı. O da Tarihçi Marc Bloch'dan alıntılamış bu sözü. Ne kadar da zamanımıza uyuyor bu söz.
Zamanımız tam bir iletişim çağı. Akşam haberlerinde izledim. Bizim merkez bankamızın aldığı kararlar, tüm dünyadaki finans piyasalarında dalgalanmaya yol açmış. Eskiden toplumlar çok izoleydi. Bir ülkede olan olay, anında değil dünyayı etkileyecek, komşularına bile tesir etmezdi. Yine ülkemizdeki gezi direnişi, birçok ülkeyi etkilemiş, örnek olmuş, daha iyi yaşam için kitleler ayaklanmıştır.
Amil Malouf'dan devam edelim. Yazar aynen şöyle diyor; "Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza olduğundan çok daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokaklarında rasgele çevirdiğim biriyle, kendi büyük-büyükbabamla olduğundan çok daha fazla ortak şeyim olduğunu söylesem, abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve tavırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafımızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, düşünme alışkanlıklarında da".
Yazar inançlarda da belirgin bir benzerlik olduğunu söylüyor. Özellikle cehennem kavramında. Artık yüzlerce yıl önce söylenen insanları ateşe atan iblis hikayelerine artık kimse inanmıyor. Tabi bazı fanatikler hariç olmak üzere şimdinin sıradan inanan insanları için, geçmişin birçok kavramının eskide kaldığını söylüyor. Gerçekten de inançlı bir insan dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir din mensubu ile konuşsa birçok ortak nokta bulabilir. Eğer diyor yazar, "Bugünkü davranışlarımız ile atalarımızın arasında yaşasaydık, zındıklık, zina, sapkınlık, ya da büyücülükten bizi sokakta taşlarlardı.
Bu kadar özdeşleşen ve homojenleşen Dünya'da ayrılıklar ve kavgalar niye? Teknoloji bizi tüm dünyadaki insanlar ile yakınlaştıran araçları verdi. Çocuklarımız bu yakınlaşmayı çok daha fazla duyuyor ve önemsiyorlar. Peki niye biz onları geçmişin bazı saçma sapan kavramlarının içine çekerek birbirlerine düşman ediyoruz? Niye savaştırıyoruz onları? Yetmedi mi 20. yüzyılda dökülen kanlar?
Yine Malouf'dan alıntılayalım; "Doğrusunu söylemek gerekirse, farklılıklarımızı büyük bir hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az farklı hale gelmemizdir. Çünkü çatışmalarımıza, çok eskilere dayanan düşmanlıklarımıza rağmen, her geçen gün farklılıklarımızı biraz daha azaltıyor ve benzerliklerimizi biraz daha çoğaltıyor".
Bizim ülkemizde hep söylenir, "Türk'ün Türkten başka dostu yoktur". Veya komplo teorileri üretiriz sürekli. Çevremiz düşmanla çevrili, bizi işgal edecekler, bölecekler diye. Acaba bu korkularımız, çevremizdekiler ile giderek daha çok benzeşmemizden mi kaynaklanıyor? Artık ırkçı söylemler ile çocuklarımızın kafasına düşmanlık tohumları ekmemize gerek yok. İnsanlar arasındaki benzerlikleri vurgulamamız, dostluğu ön plana çıkarmamız lazım. Ne demiş Heredot, "Barış zamanı oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer".
Son söz olarak, barış dolu günlerin ülkemize ve dünyayı gelmesini dilemek ve mücadele etmekten vazgeçmememiz gerekmektedir.
Kaynak:
Amil Malouf. Ölümcül Kimlikler YKY yayınları. İstanbul 2012
Zamanımız tam bir iletişim çağı. Akşam haberlerinde izledim. Bizim merkez bankamızın aldığı kararlar, tüm dünyadaki finans piyasalarında dalgalanmaya yol açmış. Eskiden toplumlar çok izoleydi. Bir ülkede olan olay, anında değil dünyayı etkileyecek, komşularına bile tesir etmezdi. Yine ülkemizdeki gezi direnişi, birçok ülkeyi etkilemiş, örnek olmuş, daha iyi yaşam için kitleler ayaklanmıştır.
Amil Malouf'dan devam edelim. Yazar aynen şöyle diyor; "Aslında bizler çağdaşlarımıza, atalarımıza olduğundan çok daha fazla yakınız. Size Prag, Seul ya da San Francisco sokaklarında rasgele çevirdiğim biriyle, kendi büyük-büyükbabamla olduğundan çok daha fazla ortak şeyim olduğunu söylesem, abartmış mı olurum? Sadece dış görünüşte, kıyafette, hal ve tavırda değil, sadece yaşam biçiminde değil, işte, konutta, etrafımızı saran aletlerde değil, ama ahlak kavramlarında, düşünme alışkanlıklarında da".
Yazar inançlarda da belirgin bir benzerlik olduğunu söylüyor. Özellikle cehennem kavramında. Artık yüzlerce yıl önce söylenen insanları ateşe atan iblis hikayelerine artık kimse inanmıyor. Tabi bazı fanatikler hariç olmak üzere şimdinin sıradan inanan insanları için, geçmişin birçok kavramının eskide kaldığını söylüyor. Gerçekten de inançlı bir insan dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir din mensubu ile konuşsa birçok ortak nokta bulabilir. Eğer diyor yazar, "Bugünkü davranışlarımız ile atalarımızın arasında yaşasaydık, zındıklık, zina, sapkınlık, ya da büyücülükten bizi sokakta taşlarlardı.
Bu kadar özdeşleşen ve homojenleşen Dünya'da ayrılıklar ve kavgalar niye? Teknoloji bizi tüm dünyadaki insanlar ile yakınlaştıran araçları verdi. Çocuklarımız bu yakınlaşmayı çok daha fazla duyuyor ve önemsiyorlar. Peki niye biz onları geçmişin bazı saçma sapan kavramlarının içine çekerek birbirlerine düşman ediyoruz? Niye savaştırıyoruz onları? Yetmedi mi 20. yüzyılda dökülen kanlar?
Yine Malouf'dan alıntılayalım; "Doğrusunu söylemek gerekirse, farklılıklarımızı büyük bir hırsla vurguluyorsak, bunun nedeni açıkça gitgide daha az farklı hale gelmemizdir. Çünkü çatışmalarımıza, çok eskilere dayanan düşmanlıklarımıza rağmen, her geçen gün farklılıklarımızı biraz daha azaltıyor ve benzerliklerimizi biraz daha çoğaltıyor".
Bizim ülkemizde hep söylenir, "Türk'ün Türkten başka dostu yoktur". Veya komplo teorileri üretiriz sürekli. Çevremiz düşmanla çevrili, bizi işgal edecekler, bölecekler diye. Acaba bu korkularımız, çevremizdekiler ile giderek daha çok benzeşmemizden mi kaynaklanıyor? Artık ırkçı söylemler ile çocuklarımızın kafasına düşmanlık tohumları ekmemize gerek yok. İnsanlar arasındaki benzerlikleri vurgulamamız, dostluğu ön plana çıkarmamız lazım. Ne demiş Heredot, "Barış zamanı oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer".
Son söz olarak, barış dolu günlerin ülkemize ve dünyayı gelmesini dilemek ve mücadele etmekten vazgeçmememiz gerekmektedir.
Kaynak:
Amil Malouf. Ölümcül Kimlikler YKY yayınları. İstanbul 2012
15 Ocak 2014 Çarşamba
Herşeyi Altına Çeviren Kral Midas
Öyküyü bilirsiniz. Frig Kralı Midas altına çok düşkünmüş. O zamanlar çok sevilen bir yönetici olan Kral Midas, Tanrı Baküs'e bir iyilik yapınca tanrı karşılık olarak ondan bir şey dilemesini istemiş. Kral'da dokunduğu her şeyin altın olmasını dilemiş. Tanrı da kralın bu dileğini yerine getirmiş. Bu durum Kral Midasın çok hoşuna gitmiş. Dokunduğu her şey altına dönüşmekteymiş. Ama bu arada yemek için ağzına götürdüğü yiyecekler daha boğazına gitmeden altına dönüşmeye başlamışlar. Hele çok sevdiği kızını öptükten sonra altın bir heykele dönüştüğünü görünce dehşete kapılmış. Tekrar tanrıya yalvarmış bu ayrıcalığı elinden alsın diye. Tanrı Baküs'de acımış krala. Almış geriye ayrıcalığını kralın. Böylece kral bu dertten kurtulmuş. O andan sonra kral en değerli şeyin altın olmadığını anlamış
Çoğumuzun bildiği bu öykü, hepimize çok basit gibi gelir. Ama içerdiği mesaj ve ahlaki boyutu ile evrenseldir. Ne yazık ki çoğumuz bu öykünün verdiği ahlaki dersi tam kavrayamayız ve yaşantımıza yansıtamayız. Bu nedenle her şeyi altına çevirecek gücü elimizde bulduğumuz zaman, sonuçları bazen kendimiz, bazen de çevremiz için ağır olabilmektedir. İşte tarih, aşırı güç verilen yöneticilerin, toplumlarına ve çevrelerine ödettikleri ağır bedellerin örnekleri ile doludur. En belirgin örneği, Faşist Hitler'in ülkesine ve dünyaya çektirdiği acılardır.
Son zamanlarda gelişen olayları hepimiz ibretle izlemekteyiz. Gücü sınırsız gibi gözüken insanların ne hale düştüğünü, ülkeye ve yakınlarına nasıl zarar verdiklerini takip etmekteyiz. Aslında ülkeyi seven herkesin bilgece davranıp, ülkemizin geleceği hakkında kafa yorması gerekmektedir. Ülkemiz çok sesli, çok inanışlı, etnik yapısı heterojen bir ülkedir. Eğer anayasa ve yasalardaki antidemokratik maddeler ayıklanmazsa, kuvvetler ayrılığı ilkesi tüm kurumları ile batı standardında oturmazsa, bu tür sıkıntılar periyodik olarak yaşanacaktır. O zaman hiç kimseyi ötekileştirmeden, bu ilkeleri hayata geçirecek adımlar atılmalıdır. Peki bu adımlar nasıl atılacak? İstediğiniz kadar güçlü bir iktidar olun, ülkemizde yaşayan toplulukları, değişik siyasi görüşe ve inanca sahip insanları toptan yok etmeniz mümkün değildir. Bu topluluklardan herhangi birisi siyasal iktidar hesabına katılmadığı sürece siyasal krizlerden kurtulamayacağımız muhakkaktır. O zaman toplumun önderleri, herkesi kucaklayacak ilkeler ile, dürüst, temiz toplumu hazırlayacak koşulları organize etmeleri gerekmektedir.
Ülkemizin her tuttuğunu altına çeviren tam yetkili Midas'lara ihtiyacı yok. Tam tersine "Eşek Kulaklı Midas" gibi uzun kulakları ile toplumun her kesimini dikkate alan, dürüst, bilge yöneticilere ihtiyacı var.
Çoğumuzun bildiği bu öykü, hepimize çok basit gibi gelir. Ama içerdiği mesaj ve ahlaki boyutu ile evrenseldir. Ne yazık ki çoğumuz bu öykünün verdiği ahlaki dersi tam kavrayamayız ve yaşantımıza yansıtamayız. Bu nedenle her şeyi altına çevirecek gücü elimizde bulduğumuz zaman, sonuçları bazen kendimiz, bazen de çevremiz için ağır olabilmektedir. İşte tarih, aşırı güç verilen yöneticilerin, toplumlarına ve çevrelerine ödettikleri ağır bedellerin örnekleri ile doludur. En belirgin örneği, Faşist Hitler'in ülkesine ve dünyaya çektirdiği acılardır.
Son zamanlarda gelişen olayları hepimiz ibretle izlemekteyiz. Gücü sınırsız gibi gözüken insanların ne hale düştüğünü, ülkeye ve yakınlarına nasıl zarar verdiklerini takip etmekteyiz. Aslında ülkeyi seven herkesin bilgece davranıp, ülkemizin geleceği hakkında kafa yorması gerekmektedir. Ülkemiz çok sesli, çok inanışlı, etnik yapısı heterojen bir ülkedir. Eğer anayasa ve yasalardaki antidemokratik maddeler ayıklanmazsa, kuvvetler ayrılığı ilkesi tüm kurumları ile batı standardında oturmazsa, bu tür sıkıntılar periyodik olarak yaşanacaktır. O zaman hiç kimseyi ötekileştirmeden, bu ilkeleri hayata geçirecek adımlar atılmalıdır. Peki bu adımlar nasıl atılacak? İstediğiniz kadar güçlü bir iktidar olun, ülkemizde yaşayan toplulukları, değişik siyasi görüşe ve inanca sahip insanları toptan yok etmeniz mümkün değildir. Bu topluluklardan herhangi birisi siyasal iktidar hesabına katılmadığı sürece siyasal krizlerden kurtulamayacağımız muhakkaktır. O zaman toplumun önderleri, herkesi kucaklayacak ilkeler ile, dürüst, temiz toplumu hazırlayacak koşulları organize etmeleri gerekmektedir.
Ülkemizin her tuttuğunu altına çeviren tam yetkili Midas'lara ihtiyacı yok. Tam tersine "Eşek Kulaklı Midas" gibi uzun kulakları ile toplumun her kesimini dikkate alan, dürüst, bilge yöneticilere ihtiyacı var.
5 Ocak 2014 Pazar
Mutluluk Köpekliktir
Şimdi diyeceksiniz bu laf da nereden çıktı? Mutluluğa niye hakaret ediyorsun? Aşağıdaki açıklamalarımı okuduğunuz zaman, gerçekten de mutluluk köpeklik mi, değil mi? Söylediklerimi daha iyi anlayacak ve kararınızı vereceksiniz.
Köpek dediğimiz hayvanın biz insanlardan çekmediği kalmamıştır. Hakaret etmek için kullanırız köpek kelimesini. Bazen de köpek kelimesini içeren kelimeler ile kinimizi kusarız. Gerçekten de hiç hak etmediği halde sürekli aşağılarız köpekleri. Halbuki insanın ilk evcilleştirdiği hayvan köpektir. Evcilleştirdiğimizden itibaren sürekli en yakın yardımcımız, arkadaşımız olmuştur köpekler. Ama ne yapmışız biz köpekleri. Öldürmüşüz, deney hayvanı olarak kullanmışız. Üstelik bir kısım ülkede de sofraların baş tacı olmuştur ve olmaktadır köpek eti. Halbuki en yakın hayvan dostumuz köpeklerdir. Sürüleri koruyan, körlere yardımcı olan, arama kurtarma çalışmalarının vazgeçilmezi olan bu hayvanları savaşlarda da canlı bomba olarak kullanmışız. Nasıl olmuştur bu, kısaca anlatayım.
İkinci dünya harbinde Almanlar Rusyayı işgal ettikleri dönemde bazı bölgelerde köpek sürülerinin üzerine geldiklerini görünce çil yavrusu gibi korkup, dağılırlarmış. Çünkü Ruslar ilk kez canlı bomba olarak köpekleri kullanmışlar. Rus askerleri eğittikleri köpekleri uzun süre aç bırakırlarmış. Hazırladıkları etleri, Alman tankı şeklindeki maketlerin altına bağlarlarmış. Aç köpek etin kokusunu alınca hızla tank maketinin altına girer, eti yemeye çalışırmış. Bu şekilde eğittikleri köpeklerin sırtına anti-tank mayınlarını bağlayarak tankların olduğu savaş alanına sürerlermiş. Köpeklerde Alman tanklarının altında et olduğunu zannederek girip aramaya başlarlarmış. Bu sırada tanka değen mayın patlar, köpek ile birlikte tank da havaya uçarmış.
Şimdi gelelim asıl konumuza. Niye "mutluluk köpeklik"tir dedim? Bu deyimi ben uydurmadım. Büyük düşün ve edebiyat adamı Orhan Hançerlioğlu'nun kitabında rastladım. Şimdi ondan aldığım bilgiler ile ilkçağ felsefesinden bahsedeceğim biraz.
Bildiğiniz gibi ilk çağ Yunan felsefesi, dinleri ve tüm düşünce akımlarını etkilemiş büyük bir felsefedir. 25 Yüzyıl boyunca etkisini sürdürmüş ve halen de sürdürmektedir. Tek tanrılı dinlerin birçok kuralı ilk çağ felsefecilerinden alınmıştır. Konumuzla direkt ilgili olmadığı için bu tartışmaya girmeyeceğim. İlk çağ felsefesinin önemli akımlarından birisi "kinizm"dir. Peki kinizm kelimesi nereden gelmektedir. Sokratesin öğrencisi Atinalı Antisthenes (İ.O. 444-368), insanın tam bağımsızlık ve özgürlüğünü savunan, erdeme ve mutluluğa böylelikle erişebileceğini ileri süren bir okul kurmuştur. Aslında bir soylu olan Antisthenes 70 yaşına gelince bütün dünya zevklerine ve özentili felsefelere sırt çevirmiş, doğaya dönmüş, doğaya uygun yaşamayı yeğlemiştir. Köleler gibi giyiniyor ve "zevk almaktansa, ölmeyi yeğlerim" diyormuş. Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir görüşünü savunuyormuş. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir. İnsan hiçbir hazzın, isteğin, sağlığın, zenginliğin, şan ve şerefin peşinden koşmamalıdır, der. Doğasal bir yaşayışı yeğleyen, hiçbir topluluk kuralına aldırmayan, pasaklı bir kılıkla gezen, uygarlığı küçümseyen bu kişilere halk köpek gibi yaşadıklarını söyleyerek aşağılıyordu. Yunanca köpek kelimesi "kynos" sözcüğünden türemişti. Tabiri caizse köpekler gibi özgür, kir, pasaklı ve hiç bir şeye bağımlı olmadan yaşamayı tercih eden Antisthenes ve arkadaşları, kendilerini küçümsemek amacıyla takılan "köpek" sözcüğünü benimsemişler ve "kinizm" okulunu kurmuşlardır.
Aslında en ünlü kiniklerden birisi olan ve gerçekten de köpek gibi yaşayarak kinizm felsefesini tam uygulayan Sinop'lu Diyojeni hepimiz biliriz. Onu fıçıda yaşarken Büyük İskender'e söylediği ünlü söz ile hatırlarız. Ne demiş İskender Diyojen'e "Ne dilersen dile benden". Diyojen ise cevap vermiş "Gölge etme, başka ihsan istemem". Artık bu sözü gerçekten söylemiş mi, yoksa felsefe tarihçilerinin bir uydurması mı, o kısmını tam bilemiyoruz. Ama Diyojen gerçekten de enteresan bir adam. Tutuklanmış bir kalpazanın oğlu olan Sinop'lu genç Diyojen, kinizmin kurucusuna yanaştığı zaman, Antisthenes ondan hiç hoşlanmamış ve sopayla döverek kovalamış. Ama Diyojen direnmiş ve Anthisthenes'in mesihvari sözlerine uyarak her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamaya başlamış. Diyojen, hocasının bile aklından geçirmediği bir şekilde bütün geleneği yadsıyarak, her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sırt çevirmiş, kendisini doğanın içinde doğal bir varlık gibi özgür kılmıştır. Asıl halk arasında tutulan Diyojen'in bu eylemsel felsefesidir. Daha sonraları Diyojen'den etkilenerek köpeksi felsefeyi benimseyen birçok düşünür yetişmiştir.
Kinik felsefe birçok dini de etkilemiştir. Stoacı akım büyük ölçüde kinizmden etkilenmiştir. Stoacı görüşün Hrıstiyanlığı hazırladığı söylenir. Örneğin Hrıstiyanlığın ünlü çilecilerini kinik akım ile karşılaştırabiliriz. Ne yapmış bu Hrıstiyan keşişleri, her şeyden el ve ayakların çekmişler, çölde ibadet ederek yaşamışlar. Hatta bunlardan bir kısmı direklerin üzerinde yaşayarak sadece dua ve ibadet ile vakit geçirmiş. Peki zorunlu ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlarmış? İnananların ve müritlerinin getirip uzattıkları su ve yiyecek ile. Hatta bu şekilde 70 yıl yaşayanların olduğu söyleniyor. Ne kadar ilginç değil mi, bir direğin üstünde 70 yıl yaşamak.
İslamda da kinizm akımı etkili olmuştur. En önemli temsilcileri "Melamilik"dir. Çok ilginç bir akım olan melamilik hakkında Abdulbaki Gölpınarlı epey araştırma yapmış ve bir kitap yazmıştır. Burada bu konuya girmeyeceğim.
Şimdi kinistlerin ileri sürdüğü "mutluluk köpekliktir" düşüncesi çağımızda da değişik şekillerde kendini göstermektedir. Özellikle batıda bazı kişiler her şeyden el ve ayaklarını çekerek, sokaklarda yaşarlar. Yani siz zannetmeyin sokaklarda yaşayan herkes berduşdur. Çok güzel bazı filmlere de konu olmuştur sokak insanlarının yaşantıları.
Hani zaman zaman aramızda konuşuruz veya çok bunaldığımız zaman aklımızdan geçer. "Ulan herşeyi bırak, git bir sahil kasabasına, sadece balık tut, yaşa". Hatta bu düşüncesini uygulayan iş adamlarına ve hekimlere de rastladım ben. Hastam olan bir iş adamı vardı. Ondan bahsetmek istiyorum biraz. Bu iş adamının İstanbul'da büyük bir fabrikası varmış. İyi de kazanıyormuş. Bir gün balkonda oturup, dışarıyı seyrederken, gözü birden mutfakta iş yapan hanımına takılmış. Uzun zamandan beri evliliğinde sorunlar yaşıyormuş. Birden kalkmış, eşine "senden boşanacağım" demiş ve evden çıkmış. Çıkış o çıkış. Ertesi gün fabrikasını satmış. Tüm parasını eşi ve tek oğlu arasında bölüştürmüş. Daha sonra almış başını bir sahil kasabasına gitmiş. Bu sahil kasabasının herkesten uzak bir köyüne yerleşmiş. Köy sahilde küçük şirin bir yermiş. Bu arada vakit geçirmek için küçük bir antika dükkanı açmış. Bana yüksek tansiyonunu tedavi ettirmek için gelmişti. Hayatını o zaman anlatmıştı bana. Aradan yıllar geçti. Onu getiren dostum bir ara yanıma uğramıştı. Sordum ne yaptığını o hastanın. Hasta o işten de sıkılmış. Köyün sırtını dayadığı tepede, küçük bir evde, herkesten uzak münzevi bir hayat yaşadığını söyledi.
İşte kinik düşüncenin modern hayata yansıyan küçük bir örneği. Gerçekten de kinik düşünceyi hayata geçirenler amaçlarına ulaşıyorlar mı? Gözlemlerime dayanarak bu soruya pek olumlu yanıt veremeyeceğim. Sonuçta insan toplumsal bir varlıktır. Mutluluk köpeklikte değil, çevrenle kurduğun etkileşimle oluşur. Yani insanın çevresi ile kurduğu ilişkiler mutluluğunun en önemli anahtarıdır. Mal, mülk, hepsi olabilir ama sosyal hayatın sıfırsa sen mutlu değilsindir. Hani çok inanmış bir dervişsen başka. Ama bu tür insanlar nadir çıkarlar. Onların önemli bir kısmı da hayal dünyasında, metafizik bir duygusallıkla yaşarlar.
Son söz olarak, "ailemi ve dostlarımı seviyorum, onlarda beni seviyor demek", en büyük mutluluktur bence...
Kaynaklar:
Köpek dediğimiz hayvanın biz insanlardan çekmediği kalmamıştır. Hakaret etmek için kullanırız köpek kelimesini. Bazen de köpek kelimesini içeren kelimeler ile kinimizi kusarız. Gerçekten de hiç hak etmediği halde sürekli aşağılarız köpekleri. Halbuki insanın ilk evcilleştirdiği hayvan köpektir. Evcilleştirdiğimizden itibaren sürekli en yakın yardımcımız, arkadaşımız olmuştur köpekler. Ama ne yapmışız biz köpekleri. Öldürmüşüz, deney hayvanı olarak kullanmışız. Üstelik bir kısım ülkede de sofraların baş tacı olmuştur ve olmaktadır köpek eti. Halbuki en yakın hayvan dostumuz köpeklerdir. Sürüleri koruyan, körlere yardımcı olan, arama kurtarma çalışmalarının vazgeçilmezi olan bu hayvanları savaşlarda da canlı bomba olarak kullanmışız. Nasıl olmuştur bu, kısaca anlatayım.
İkinci dünya harbinde Almanlar Rusyayı işgal ettikleri dönemde bazı bölgelerde köpek sürülerinin üzerine geldiklerini görünce çil yavrusu gibi korkup, dağılırlarmış. Çünkü Ruslar ilk kez canlı bomba olarak köpekleri kullanmışlar. Rus askerleri eğittikleri köpekleri uzun süre aç bırakırlarmış. Hazırladıkları etleri, Alman tankı şeklindeki maketlerin altına bağlarlarmış. Aç köpek etin kokusunu alınca hızla tank maketinin altına girer, eti yemeye çalışırmış. Bu şekilde eğittikleri köpeklerin sırtına anti-tank mayınlarını bağlayarak tankların olduğu savaş alanına sürerlermiş. Köpeklerde Alman tanklarının altında et olduğunu zannederek girip aramaya başlarlarmış. Bu sırada tanka değen mayın patlar, köpek ile birlikte tank da havaya uçarmış.
Şimdi gelelim asıl konumuza. Niye "mutluluk köpeklik"tir dedim? Bu deyimi ben uydurmadım. Büyük düşün ve edebiyat adamı Orhan Hançerlioğlu'nun kitabında rastladım. Şimdi ondan aldığım bilgiler ile ilkçağ felsefesinden bahsedeceğim biraz.
Bildiğiniz gibi ilk çağ Yunan felsefesi, dinleri ve tüm düşünce akımlarını etkilemiş büyük bir felsefedir. 25 Yüzyıl boyunca etkisini sürdürmüş ve halen de sürdürmektedir. Tek tanrılı dinlerin birçok kuralı ilk çağ felsefecilerinden alınmıştır. Konumuzla direkt ilgili olmadığı için bu tartışmaya girmeyeceğim. İlk çağ felsefesinin önemli akımlarından birisi "kinizm"dir. Peki kinizm kelimesi nereden gelmektedir. Sokratesin öğrencisi Atinalı Antisthenes (İ.O. 444-368), insanın tam bağımsızlık ve özgürlüğünü savunan, erdeme ve mutluluğa böylelikle erişebileceğini ileri süren bir okul kurmuştur. Aslında bir soylu olan Antisthenes 70 yaşına gelince bütün dünya zevklerine ve özentili felsefelere sırt çevirmiş, doğaya dönmüş, doğaya uygun yaşamayı yeğlemiştir. Köleler gibi giyiniyor ve "zevk almaktansa, ölmeyi yeğlerim" diyormuş. Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla elde edilir görüşünü savunuyormuş. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından sıyrılması gerekir. İnsan hiçbir hazzın, isteğin, sağlığın, zenginliğin, şan ve şerefin peşinden koşmamalıdır, der. Doğasal bir yaşayışı yeğleyen, hiçbir topluluk kuralına aldırmayan, pasaklı bir kılıkla gezen, uygarlığı küçümseyen bu kişilere halk köpek gibi yaşadıklarını söyleyerek aşağılıyordu. Yunanca köpek kelimesi "kynos" sözcüğünden türemişti. Tabiri caizse köpekler gibi özgür, kir, pasaklı ve hiç bir şeye bağımlı olmadan yaşamayı tercih eden Antisthenes ve arkadaşları, kendilerini küçümsemek amacıyla takılan "köpek" sözcüğünü benimsemişler ve "kinizm" okulunu kurmuşlardır.
Aslında en ünlü kiniklerden birisi olan ve gerçekten de köpek gibi yaşayarak kinizm felsefesini tam uygulayan Sinop'lu Diyojeni hepimiz biliriz. Onu fıçıda yaşarken Büyük İskender'e söylediği ünlü söz ile hatırlarız. Ne demiş İskender Diyojen'e "Ne dilersen dile benden". Diyojen ise cevap vermiş "Gölge etme, başka ihsan istemem". Artık bu sözü gerçekten söylemiş mi, yoksa felsefe tarihçilerinin bir uydurması mı, o kısmını tam bilemiyoruz. Ama Diyojen gerçekten de enteresan bir adam. Tutuklanmış bir kalpazanın oğlu olan Sinop'lu genç Diyojen, kinizmin kurucusuna yanaştığı zaman, Antisthenes ondan hiç hoşlanmamış ve sopayla döverek kovalamış. Ama Diyojen direnmiş ve Anthisthenes'in mesihvari sözlerine uyarak her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamaya başlamış. Diyojen, hocasının bile aklından geçirmediği bir şekilde bütün geleneği yadsıyarak, her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sırt çevirmiş, kendisini doğanın içinde doğal bir varlık gibi özgür kılmıştır. Asıl halk arasında tutulan Diyojen'in bu eylemsel felsefesidir. Daha sonraları Diyojen'den etkilenerek köpeksi felsefeyi benimseyen birçok düşünür yetişmiştir.
Kinik felsefe birçok dini de etkilemiştir. Stoacı akım büyük ölçüde kinizmden etkilenmiştir. Stoacı görüşün Hrıstiyanlığı hazırladığı söylenir. Örneğin Hrıstiyanlığın ünlü çilecilerini kinik akım ile karşılaştırabiliriz. Ne yapmış bu Hrıstiyan keşişleri, her şeyden el ve ayakların çekmişler, çölde ibadet ederek yaşamışlar. Hatta bunlardan bir kısmı direklerin üzerinde yaşayarak sadece dua ve ibadet ile vakit geçirmiş. Peki zorunlu ihtiyaçlarını nasıl karşılıyorlarmış? İnananların ve müritlerinin getirip uzattıkları su ve yiyecek ile. Hatta bu şekilde 70 yıl yaşayanların olduğu söyleniyor. Ne kadar ilginç değil mi, bir direğin üstünde 70 yıl yaşamak.
İslamda da kinizm akımı etkili olmuştur. En önemli temsilcileri "Melamilik"dir. Çok ilginç bir akım olan melamilik hakkında Abdulbaki Gölpınarlı epey araştırma yapmış ve bir kitap yazmıştır. Burada bu konuya girmeyeceğim.
Şimdi kinistlerin ileri sürdüğü "mutluluk köpekliktir" düşüncesi çağımızda da değişik şekillerde kendini göstermektedir. Özellikle batıda bazı kişiler her şeyden el ve ayaklarını çekerek, sokaklarda yaşarlar. Yani siz zannetmeyin sokaklarda yaşayan herkes berduşdur. Çok güzel bazı filmlere de konu olmuştur sokak insanlarının yaşantıları.
Hani zaman zaman aramızda konuşuruz veya çok bunaldığımız zaman aklımızdan geçer. "Ulan herşeyi bırak, git bir sahil kasabasına, sadece balık tut, yaşa". Hatta bu düşüncesini uygulayan iş adamlarına ve hekimlere de rastladım ben. Hastam olan bir iş adamı vardı. Ondan bahsetmek istiyorum biraz. Bu iş adamının İstanbul'da büyük bir fabrikası varmış. İyi de kazanıyormuş. Bir gün balkonda oturup, dışarıyı seyrederken, gözü birden mutfakta iş yapan hanımına takılmış. Uzun zamandan beri evliliğinde sorunlar yaşıyormuş. Birden kalkmış, eşine "senden boşanacağım" demiş ve evden çıkmış. Çıkış o çıkış. Ertesi gün fabrikasını satmış. Tüm parasını eşi ve tek oğlu arasında bölüştürmüş. Daha sonra almış başını bir sahil kasabasına gitmiş. Bu sahil kasabasının herkesten uzak bir köyüne yerleşmiş. Köy sahilde küçük şirin bir yermiş. Bu arada vakit geçirmek için küçük bir antika dükkanı açmış. Bana yüksek tansiyonunu tedavi ettirmek için gelmişti. Hayatını o zaman anlatmıştı bana. Aradan yıllar geçti. Onu getiren dostum bir ara yanıma uğramıştı. Sordum ne yaptığını o hastanın. Hasta o işten de sıkılmış. Köyün sırtını dayadığı tepede, küçük bir evde, herkesten uzak münzevi bir hayat yaşadığını söyledi.
İşte kinik düşüncenin modern hayata yansıyan küçük bir örneği. Gerçekten de kinik düşünceyi hayata geçirenler amaçlarına ulaşıyorlar mı? Gözlemlerime dayanarak bu soruya pek olumlu yanıt veremeyeceğim. Sonuçta insan toplumsal bir varlıktır. Mutluluk köpeklikte değil, çevrenle kurduğun etkileşimle oluşur. Yani insanın çevresi ile kurduğu ilişkiler mutluluğunun en önemli anahtarıdır. Mal, mülk, hepsi olabilir ama sosyal hayatın sıfırsa sen mutlu değilsindir. Hani çok inanmış bir dervişsen başka. Ama bu tür insanlar nadir çıkarlar. Onların önemli bir kısmı da hayal dünyasında, metafizik bir duygusallıkla yaşarlar.
Son söz olarak, "ailemi ve dostlarımı seviyorum, onlarda beni seviyor demek", en büyük mutluluktur bence...
Kaynaklar:
- Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu. Remzi Kitabevi. Ekim 2012
- Mısır, Yunan ve Roma. Antik Akdeniz Uygarlıkları. Charles Freeman. Dost Yayınları. Nisan 2005
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)